27 Ekim 2012 Cumartesi

Limassol Maçının Ardından Hortlayan Aykut Hoca Düşmanlığım, Hainliğim, İhanetim



Kalecin 5 tane top çıkartırken çeyrek porsiyon futbolun anca kornerden gol atabilmiş, bizimkiler hala o "şerefsiz!", bu "Aykut Hoca düşmanı!"

Evet, uzun olsa da yazının başlığı bu olmalıydı belki de.. Öncelikle şunu belirteyim, ne İstanbul'un tribün çocuklarındanım ne de 3 temmuz'un kanaat önderlerinden. Çocukluğum Aykut Hoca'ya, gençliğim Alex de Souza'ya, son 2-3 yılım ise ikisine birlikte tapmakla ve SEN BİZİM KOCAMAN UMUDUMUZSUN demekle geçti. Aziz Yıldırım mevzusu ise bambaşka. O konuyu özet geçecek olursam günahım kadar sevmediğim Aziz Başkan'ın (hizmetlerinden bağımsız olarak söylüyorum) haksızlığa uğradığını düşündüğüm için 1 yil boyunca yanındaydım.

Gelelim asil konuya, son zamanlardaki şahsi derdim su tanımların açık açık yapılması: Aykut Kocaman düşmanlığı nedir? Ne dersen Aykut Kocaman düşmanı oluyorsun? Ben eleştirirken hangi noktada Aykut Hoca ve Fenerbahçe düşmanı oluyorum? Hangi lafın ötesine geçersem hainim? Bunun bir ölçümü var mi? Varsa ölçen bi' cihaz, kimin elinde? Aykut Hoca'yı 2010-12 yılları arasında yaptıklarıyla bas tacı ettiysem su an oynattığı futbolu beğenmeme lüksüm yok mu? Aykut Kocaman'la yolların ayrılması taraftarı değilim zira şu anda kimi takımın başına geçirirsen en az 2 ay daha takımın adaptasyon sorunu olacak. Hal böyleyken, Aykut Hoca'nın gitmesini istemeyen biri olan bana ayrılmasının gerektiğini düşündüğümde ne olur ise bu isteğimin yadırganmayacağını söyleyin lütfen.

Akademisyen bi' abimiz "ne çok Köln Spor Akademisi mezunu taktisyen varmış" diye tweetledi Limassol maçı esnasında. Hayata dair muhalif bir kişiliği olan bu abimiz (ki severim kendisini) farkında değil ki tam da ülke muktedirlerinin "çok konuşma, sen anlamazsın, işine bak" havasındaki söylemiyle konuştu dun aksam. Bugün ben Köln Spor Akademisi mezunu olmadığım için Fenerbahçe'nin futbol oynayış biçimini Twitter'da dahi eleştiremeyeceksem yarın bi' siyasi çıkıp "ne çok siyaset bilimi mezunu varmış, cok mu anlıyorsunuz siyasetten?" derse sesimi hangi hakla çıkartabileceğim? İste son zamanlarda beni en çok üzen şey Fenerbahçe'nin futbolundan ziyade, hayata dair muhalif olan kişilerin, konu Fenerbahçe ve Aykut Hoca olunca çok garip bir şekilde eleştirinin e'sini dahi kabul edemiyor oluşu...

Abicim, Limassol maçında bilhassa ilk 70 dk (ve bu sezonki birçok maçta) oynanan futbol ortada. Üstelik ben bu futbolu (keyfimin kahyası olmadığınız için) beğenmek zorunda da değilim. Beğenmeyince neden düşman oluyorum o da belli değil. Limassol maçı özelinde konuşacaksak, maç esnasında attığım birkaç tweette de belirttiğim gibi, takımda kimin, hangi sebepten ötürü hangi mevkilerde oynadığını anlayammadım. Dahası ve asıl sorun, futbolcular kendilerine verilen görevleri yapmaya çalışıyorlar. Yani Caner'e sol açık'tan sağ iç'e kadarki bir bölgede koşma görev verilmiş. Ömru billah sol açik oynayan ve kendine o görev verilse vasatın üzeri oynayacak olan adamdan baya anlamsız ve zor bir is yapması isteniyor. Keza Sow ve Kuyt... Bu adamların olduğu bir forvet hattı normal şartlarda maç başına 6-7 pozisyona girmesi lazım. Üstelik, Stoch, Krasic, Meireles de bu kadroya ait ve bir ay Öncesine kadar Alex de bu takımdaydı. İsmen bu kadar heybetli ve sağlı sollu komple bir hucum hattı Avrupa'da 10 takımda bile yokken bu isimlerin oynadığı takim maç başına ıkına ıkına 2-3 pozisyona giriyorsa bana ne yavşak basının Fatih Terim yalakalığından? Bana ne Fatih Terim'e saygı duyup Aykut Hoca'ya babalarının oğluymuşçasına davranmalarından? Yani özetle bana ne Fatih Terim'den ve onun maço tavırlarının futbol üzerindeki etkilerinden? Bu kadar alakasız iki konu olabilir mi? Beni bu noktada ilgilendiren şey şudur arkadaş: Eldeki para verimli kulalnılmış mı kullanılmamış mı? Maç başına 2-3 pozisyon bulabilen takımın hucum hattı için bu kadar para harcamaya gerek olmadığını düşünüyorum. Bu kadarcık pozisyona Bienvenu ve Semih'le giremeyeceğimizi düşünen varsa da sabaha kadar futbol tartışmaya hazırım. Ben Fenerbahce'nin Limassol takımıyla oynarken "evvela yenilmeyelim de..." zihniyetinden çok "ilk yarıdan iki tane sallayalım ki pazartesi günü Antalya maçına topçular zinde kalsın, o maç kolay geçsin" zihniyetini tercih ederim. Derseniz ki Limassol mahalle takımı mı, o zaman da aynı kapıya çıkarız: Seni yenebilmek icin 2 lira yatırım yapan Limassol'a, "evvela yenilmemek" için 10 lira harcıyorsan ben orda tabi ki "n'oluyo lan?" derim.

Siyasi konulara girmek gibi bir amacım yok ama sosyolojik ve psikolojik olarak düşündüğümüzde, bu kat-i suretteki kollamacı davranış, başbakanı eleştirirken iyi yaptığını düşündüğü şeyler için onu ölümüne savunan Akp seçmenine benziyor aslında. Ben dünkü 0-1 'lik skoru alkışlarsam kendimi duble yollara şakşakçılık yapan ama insan hak ve özgürlükleri konusundaki dünya sefili halimize gözünü kapayan seçmenle kendimi bir tutarım. (o seçmene hakaret etmiyorum, kendi açımdan bir konunun tutarlılığını değerlendiriyorum)

Veya, paranın etkili ve verimli kullanımı açısından bir başka benzetmem de şu olabilir... Ankara'da Melih Gökçek malumunuz... 17 yıldır kendisi başkan ve dünya kadar konu başlığında dünya kadar para harcamıştır. Bu adam ve seçmeni yapılan dünya kadar alt geçitle övünüyor. Bense işimden evime hepi topu 15 km'lik yolu arabayla 80 dakikada gidiyorum. Yürüsem de maksimum 120 dakika falan sürer herhalde. Dolayısıyla, yürüme ve araçla gitme arasındaki bu fark için belediyenin aylarca yol çalışması yapmasının ve biz vatandaşların dünya kadar benzin masrafı yapmasının bir anlamı yoktur. Ha keza 10 kusur yıldır akıtılan paralar ve bitmeyen metro çalışmaları... Bu şartlar altında Melih Gökçek'e bitirdiği (ancak işime zerre kadar yaramayan) alt geçitleri için minnet mi duymalıyım?

Peki alakasız gibi görünen önceki iki paragrafı niye yazdım? Yazının sonlarına gelmemize rağmen halen anlamamış olanlar için izah etmekte fayda var: Bu yazı, hayata muhalif bakış açılarından bakıp, dünya görüşü olarak her şeyi sorgulamayı düstur edinmiş kimselerin, konu Fenerbahçe olduğu zaman (biat edercesine) yukarıda sorgulanmasını düşündüğüm şeyleri neden görmezden geldiklerine anlam veremediğimi belirtmek için yazılmıştır. Ve yazının asıl amacı insanların sorgulayan yasam biçimlerine dönmelerini istemem, dönmeseler dahi sorgulayanlara "hain" , "düşman" vb. sevimsiz sıfatlar koymalarını reddediyor olmamdır.

Son olarak, Limassol maçı ardından yeri gelmişken bir paragraf da Selçuk Şahin'e ayıralım. Son 10 yılda, Ümit Özat'la birlikte, Fenerbahçe'deki yüksek olan teorik bilgisini pratiğe dökemeyen başlıca oyuncudur Selçuk Şahin. Lâkin tek bir maçta bile kendine verilen görevi yapmaya çalışmaktan kaçmamıstır. Ne aşırı yetenekli olmayışı ne de ilk 11'de görev alması Selçuk'un elinde olan konular değildir. Bir şirketin sahibi olduğunuzu düşünün, hesap sormaya hiyerarşik düzene uygun olarak CEO'dan başlayın lütfen, işçiden değil. Ter akıtan işçiyi ıslıklayan ve onun yeteneğiyle dalga gecen adam olmayınız, değilseniz, o tarz adamlarla işiniz de olmasın.

Not: Peşinen belirteyim, pazartesi günü Antalyaspor maçı var. Eleştirdigim zihniyet, maçı 3-0 falan kazanırsak "n'oldu lan? Koyduk mu? Susun artık!" diyecek olan ve yazıyı hiç anlamamış olanlardır.

Çubuklu kalınız...



Onur AKSOY

www.twitter.com/onur_aksoy_

15 Ekim 2012 Pazartesi

Kim İnanır Senle Ayrıldığımıza?

12 Ekim Cuma, 18:30 civarında buluşuyoruz kız arkadaşımla, Edirnekapı'da. Hafta içi akşamları genellikle Vatan'da buluşup birer çay içerken, neden Edirnekapı'dayız biz o akşam, bilmiyorum.

Metrobüs istikamet, istikamet Anadolu toprakları. Biniyoruz metrobüse, geçiyoruz karşıya. Uzunçayır'da iniyoruz, bir otobüs geliyor daha sonra. E-10 numarası, "S.GÖKÇEN HV.LM." yazıyor tepesinde, biniyoruz. Bir soru daha takılıyor aklıma; neden bu otobüsteyiz biz? Neden Sabiha Gökçen'e gidiyoruz?

Ne kadar sürüyor yolculuk, bilmiyorum. Bir süre sonra iniyoruz otobüsten, koca bir alan. Biraz yürümemiz gerek ama asıl ulaşmamız gereken yer için, öyle de yapıyoruz. Tezahuratlarla ilerlerken, karşıda kalabalık, kıpkırmızı bir alan görüyoruz. Gökyüzünü fişekler aydınlatıyor, el ele yürüyoruz kalabalığa doğru, aralarına karışıyoruz.



Arkadaşlarımız var orada ve onca insan, tanımadığımız. Aynı şey için gelmişiz hepimiz, renklerimiz ortak ve o akşam için en çok da acımız. Farkında değiliz ama orada bulunma nedenimizin, en azından ben farkında değilim ne yaptığımın.

Halbuki Edirnekapı'da sevgilimle buluştuğumda da, Sabiha Gökçen otobüsüne bindiğimde de kafam yerinde, biliyorum ne yaptığımı. Daha doğrusu bildiğimi sanıyormuşum, onu da alandaki tezahuratlar esnasında fark ediyorum.

Yüzüm değişiyor bir anda, yanımdakilere dönüp "Ne yapıyoruz ulan biz burada" diye soruyorum. Mal gibiyim o anda, akşam 18:30'dan itibaren attığım her adım boş, her hareketim bilinçsizmiş. O an anlıyorum.

Bir hareketlenme oluyor sonra, bir adam çıkıyor kalabalığın önündeki platforma. Yanında eşi, kızları. Omzunda 2 yaşındaki oğluyla bir adam beliriyor karanlığın içinde, ve kıyamet kopuyor. Meşaleler, fişekler yeri göğü kızıla boyuyor.



Daha dikkatli bakıyorum, platformda bize doğru el sallayan bir adam.

İlk tanışmamızda, Brezilya formasıyla Rüştü'yü avlayıp "alsak ya şu adamı" dedirten adam.

Aldığımızda bizi heyecanlandıran, topu ayağına ilk alışında topla birlikte aklımızı da alan adam.

Rakam verip kafa açmayacağım, istatistiklerin ağzına ağzına vuran adam.

Hareketleriyle, golleriyle taraftarından spikerine, rakibinden yöneticisine herkesi şekilden şekle sokan adam.

Bizi defalarca sokaklara döken, sevinçten delirten, her bakışıyla, her duruşuyla içimize işleyen adam.

Daha bir gün önce evinin önünde sarıldığım, sarılırken "kaptan çok seviyorum ben seni" dediğim adam.

Anlıyorum nihayet, dank ediyor kafama. "O adam"ı uğurluyorum ben orada. Ama Mabed'de değiliz, Çubuklu yok üzerinde Kaptan'ın. Oradaki varlığımız da dahil olup biten her şey inanılmaz derecede saçma.

İniyor sonra "adam" platformdan, uçağa biniyor. Havalanıyor uçak, görmüyoruz biz o esnada. "Gitti" diyorlar sadece. Söylemesi, dinlemesi o kadar kolay ki, peki ya hazmetmesi?



Gidiyor iki gözümüz, canımızın içi, gidiyor "adam."

Aklımızı da alıyor o ilk topla buluştuğunda yaptığı gibi, götürüyor yanında.

Düşlerimizi götürüyor, sevinçlerimizi;

Belki de ellerinde yükselecek bir Avrupa Kupası hayallerimizi.

Çocukluğumuzu götürüyor, ilk gençlik heyecanlarımızı.

Umutlarımızı götürüyor, gözyaşlarımızı.

Çubuklu baki kalır elbet ama, alıp götürüyor bir yanımızı.

Biniyor uçağa, gidiyor "adam."

Dönüyoruz otobüse, aklımızda bambaşka hayaller.

2 sene sonraki jübilesi, vakti geldiğinde giyeceği takım elbisesi.

Ama olmuyor yine de, hazmedemiyorum. İdrak yollarım kapanmış, almıyor aklım olan biteni.

Halen 1 Ekim günündeyim, hem kim inanır senle ayrıldığımıza?

Ben de inanamıyorum işte, başa sarıyorum sürekli.

Ve biliyorum..

Biliyorum ki kolay değil bu kadar, böyle bitmeyecek.

Dilimizde sürekli aynı nakarat, huzurlu ol oralarda güzel adam;

"Sana bunu yapanlar hesap verecek."







Onur İNAL