29 Aralık 2011 Perşembe

Bak Şu Konuşana!

“Bu ateş üfleyerek sönmez.”
“Süreç hızlandırılsın.”
“Suç varsa gereği yapılsın.”
“Tarih hepimizden hesap sorar.”

Ve son olarak; “58. Maddede yapılmak istenen değişikliğe karşıyız.”



58. madde için hemfikiriz Galatasaray’la; o konuda sıkıntı yok. Sosyal medya platformlarında verdiğimiz sanal tepkileri; 25 Aralık Pazar günü düzenlenen Büyük Fenerbahçe Mitingi’nde Rıdvan Dilmen’in “Ben 58 falan bilmem, tek bildiğim rakam 1907’dir” ve Alpaslan Akkuş’un  “Fenerbahçe pazarlık yapmaz” şeklindeki ifadeleriyle reel hayata da fazlasıyla geçirdik. Nihat Özdemir’in fikirlerine karşı olduğumuzu, bizi veya başkasını bir takım menfaatler uğruna kollamak isteyenlere izin vermeyeceğimizi dosta düşmana gösterdik.

Dilimize pelesenk oldu “adalet” sözcüğü, evet. Bıkmadan, usanmadan renkler üzeri bir adalet sistemiyle yargılanmak istedik. Peki yazının başındaki açıklamaları yapan Galatasaray’ın tek sıkıntısı “adalet” midir? Sporun temiz kalması adına mıdır bu isyanlar?

Bir yandan “Fenerbahçe, saygı duyduğumuz bir rakibimizdir” demek; bir yandan da medya tarafından ortaya atılan tek kulüp Fenerbahçe’yken “acil karar” beklemek ve sanki hedef gösterilen başka kulüp varmış gibi daha ilk günden “isim vermiyoruz, kim suçluysa gereği yapılsın” havalarına girmek midir adalet?

58. madde konusunda “Bizde böyle bir şey olsa cezamızı çekerdik” türevinde yorum yapanlar misâl; gerçekten cezalarını çektiler mi? Kepez Belediyesi’nin ne günahı vardı peki? Cemal Nalga skandalının gerçekleştiği 2009-2010 sezonunda ligi 37 puanla 15. sırada tamamlayarak küme düşmesi gereken Galatasaray’ın suçu sabit olduğu halde “-5” puan cezasının affedilmesi, bu sayede 42 puana ulaşması ve tüm ihalenin 40 puanlı Kepez Belediyesi’ne kalması hanginizin içine sindi? Geçtiğimiz hafta “2009’da basketbol takımımızı bizim düşürmemiz gerekiyordu” dedi Adnan Öztürk, ancak malumunuz, artık geçti.



Şimdi kimse bize adaleti anlatmasın, sporun temizliğinden dem vurmasın. Galatasaray; bize ancak suçumuzun sabitlenmesi, üzerimize “şikeci” yaftası yapıştırılması durumunda küme düşürülmemeye itiraz etmezsek, takımı ligden kendimiz çekmezsek adaletten bahsedebilir. Bunun haricindeki tavır sahte popülizmdir; Fenerbahçe düşmanlığından öte değildir. Cemal Nalga olayını “ama hazırlık maçıydı” şeklinde savunmak, sahteciliği kabullenmektir. Fenerbahçe taraftarlarına adaleti öğretmek de, ne elit taraftar grubunun site girişinde Trabzonspor’a kutlama mesajı yayınlayıp ertesi gün apar topar kaldıranların; ne de zamanında affa uğrayıp sessiz kalanların haddinedir.

Suç varsa, cezası çekilir. Ancak unutulmasın ki aksi somut, çelişkisiz delillerle ispatlanmadıkça; Fenerbahçe “biz temiziz” diyenlerin hepsinden daha temizdir.

Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek

23 Aralık 2011 Cuma

Ağır Ol Nihat Bey!

Aylardır hep bir şeylere tepki gösterdik, birilerine karşı savaştık; onların kuralsızlıklarıyla hem de. Savcı aleyhimizde sürekli olmayan pozisyonlar yarattı, TFF&UEFA ortaklaşa nizamî gollerimizi saymadı, yandaş medya ise mütemadiyen çift daldı. Fakat asıl sert müdahale rakiplerimizden değil, içimizdekilerden geldi. Bizler aylardır adalet isterken, temizliğimizi savunurken, 58. madde konusundaki tavrıyla Cantona tekmesini bize Nihat Özdemir attı.



Bir umut, beklememize rağmen gelmeyen yalanlamalar ve haberlerin ilk ağızdan röportaj halini almasıyla birlikte artık Nihat Özdemir’in küme düşmenin kaldırılmasını istediğini biliyoruz. Ancak anladığım kadarıyla Nihat Bey’in de bilmesi gerekenler var.

Fenerbahçe taraftarları olarak bizler; 3 Temmuz’dan bu yana bize yönelik yapılan haksızlıklara karşı olduğumuz kadar sportif cezaların hafifletilmesine, biz ya da başkası herhangi bir kulübe yönelik pozitif ayrımcılık yapılmasına da karşıyız. Federasyonun alacağı karar her ne olursa olsun; bizim için aslolan kendi vicdanlarımızda yapacağımız değerlendirmedir. Hakkımızda varılacak olası bir “şike” hükmü sevgimizi lekelemez; ancak hüküm “şike” ise cezası bellidir. Fenerbahçe’ye “şikeci” yaftası vuranlar; Fenerbahçe’nin süper ligdeki yokluğuyla oluşacak maddî ve sportif zararlara katlanmak zorundadır. Bir takım ekonomik menfaatler uğruna kamuoyunda oluşturulması muhtemel “Fenerbahçe affedildi” algısı bizler için onur kırıcıdır; amatör kümede oynamaktan bile daha büyük bir cezadır.

Biz Fenerbahçe taraftarları için iki ihtimal vardır. Aklanmak, ya da küme düşmek. Üçüncü bir ihtimali kabul etmek bir yana, aklımıza dahi getirmiyoruz. Ve kamuoyunda af istediğimize yönelik bir algı oluşturan herkesi de reddediyoruz. Nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamazsa; Fenerbahçe Cumhuriyeti’nde de her koşulda dik duramayanların yeri yoktur. Her ne kadar Nihat Bey demeçlerinde Türk futbolunun geleceğinden dem vursa da; 24 Ağustos akşamı Fenerbahçe’yi gözden çıkarma gafletine düşen Türk futbolunda Fenerbahçe’yi affedecek büyüklükte bir kurum da bulunmamaktadır.

Unutmayın ki; aslolan Nihat Özdemir değil, 10 Temmuz’da köprüye yürüyen 86 yaşındaki ihtiyar delikanlıdır. Fenerbahçe Spor Kulübü kravatlı yöneticilerin değil; çubuklu giyen taraftarındır. Kurulduğu günden bu yana Fenerbahçe halktır, halkın takımıdır.

Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek

13 Aralık 2011 Salı

Biz De Sevindik "Ama.."

Mina, gün itibariyle 11 yaşında; ve henüz 1 yaşını geçtiğimiz aylarda dolduran kardeşinden daha şanslı. Büyüyecek, günün birinde soracaklar illâ ki; "En güzel yaş günün hangisiydi?" Muhtemelen bu günü işaret edecek. Çünkü kardeşi Hira'nın ilk yaş gününe cezaevinde olduğu için yetişemeyen babası; O'nun 11. yaş gününde tahliye oldu.




Tayfur Havutçu kavuştu özgürlüğüne; ve Serdal Adalı, Ahmet Ateş, Abdurrahman Yakut, Ümit, İbrahim, İskender ve Korcan; nihayet.. Geç de olsa, kısmen de olsa tecelli etti adalet."Aklanın da gelin" diyenleri katmamakla birlikte, gözü aydın"gerçek" Beşiktaşlı'ların. Gözü aydın tutukluluk sürelerine isyan eden Fenerbahçeli'lerin, Galatasaraylı'ların, Keçiören Belediyesporlu'ların. Gözü aydın masumiyet karinesi diye bir kavramın varlığından haberdar olanların. Yasa değişikliği olmasa, tahliyeler de olmayacaktı ya hani; gözü aydın ruhunu kin bürümüş halde meclisi, Cumhurbaşkanlığı'nı "yasa değişmesin" diye mail yağmuruna tutmayanların. Herkes kavuştu birilerine; kimi kızını kucakladı, kimini anası bağrına bastı.


Akil Beşiktaş taraftarlarını, renk kavgasına girmeyerek adalet peşinde olanları tenzih ederim ama; birkaç satır da Metris önündeki topluluğun "bir kısmına";


Tezahuratlarla karşıladınız Tayfur'u, Adalı'yı, Ahmet Ateş'i; öyle olması da gerekirdi. Peki Aziz Yıldırım'a küfürÜmit Karan ve Korcan'a tepki de neyin nesi? Kafamda birçok soru var sizlerle ilgili. Nasıl bir psikolojik durumdasınız, hangi kafadasınız? Ne geldi küçük yaşlarda başınıza, neler yaşadınız? Topunuz kimin inşaatına kaçtı, ya da bahçesine kaçan topunuzu mu kesti mahallelerinizdeki amcalarınız? Doğuştan mı geliyor ahlakî yönünüzün eksikliği, yoksa çevresel durumların etkisi mi? Nasıl bir kaza sonucu beyninizin büyük bölümünü kullanamaz hale geldiniz, "adamlık" kavramı zaten yakınınızdan geçmez, peki nasıl bu derece insanlıktan çıktınız? İnsan değilsiniz, onu anladık da mantıksızlığınızın farkında mısınız? "Aklanın da gelin" dediniz,"henüz" aklanmasalar da geldiler, bağrınıza bastınız. Kıvırdınız mı, yoksa tahliyeyi beraat mi sandınız?


Dedim ya, derdi "adalet" olanlara değil sözüm, bu rezillikleri yapanlara. Ve aralarında varsa bu yazıyı okuyan; "Sen nasıl bizim adamlığımızı sorgularsın" demesin sakın; sorgularım. Kendimde bu hakkı görürüm; adamlığını da, varsa karakterini de hesaplarım. Ben, olayı renge göre değerlendirenlerden değilim çünkü; adaleti arayanlardanım. "Suçlu kimse cezasını çeksin" diyenlerden, Avrasya Maratonu günü Yıldız Yokuşu'nda Tayfur Havutçu'ya tezahurat yapanlardanım. Hadi Aziz Yıldırım'ı, Ümit Karan'ı geçtim, geçemem ya.. Empati kurarım; kendimi, yaşıtım olan Korcan'ın yerine koyarım. Özgürlüğe kavuşmanın sevinci içerisindeyken,toptan müzayedeye çıkarsalar 5 kuruş etmeyecek adamcıkların gösterdiği tepkinin hüznünü yaşarım.




Ben, Fenerbahçeli'yim. Başkanıma küfreden haysiyetsizlere rağmen ortak olurum tahliyelerin sevincine. Aslında biraz da içim buruktur, yöneticilerim tahliye edilmedi diye. Yasa değişikliğinin çete vs. örgütlü suçları kapsamadığını bildiğim ve İddianame'de"Aziz Yıldırım'a bağlı suç örgütü" ibaresine çokça rastladığım halde bir umuttur benimki de. Bile bile ladestir biraz da, çünkü ben de o örgütün içindeyim.


Fenerbahçeli'yim ben; Türkiye'nin en büyük sivil toplum örgütünün üyesiyim.


Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek


https://twitter.com/#!/pikuee

11 Aralık 2011 Pazar

Af Değil, Aklanmak İstiyoruz

Aşağıdaki metin; son günlerde Nihat Özdemir'in federasyon talimatnamesindeki küme düşme cezasının kaldırılmasına yönelik girişimlerde bulunduğu iddiaları nedeniyle Fenerbahçe Spor Kulübü'ne gönderilmiştir;


E-Mail adresi; editor@fenerbahce.org


Sayın Yetkili;

Son 2 gündür çeşitli medya organlarında "Küme Düşmek Kaldırılsın" başlıklı haberler yayınlanmaktadır. Haberlerin içeriğine göre Kulüpler Birliği toplantısında, şike iddianamesinde adı geçen 7 süper lig kulübünün; Fenerbahçe Başkanvekili Nihat Özdemir önderliğinde TFF talimatnamesinin "Müsabaka sonucunu etkileme" konulu 58. maddesi için değişiklik talebinde bulunarak küme düşme cezasının kaldırılmasını istedikleri belirtilmektedir.

Öncelikle; Fenerbahçe taraftarları olarak bu tür haberlerde doğrudan medyadaki yayınlara inanmak yerine kulüp olarak resmî siteden yapacağınız kurumsal açıklamaları beklediğimizi; ancak haberin doğru olması durumunda ise bu konuda büyük rahatsızlık duyacağımızı bilmenizi isteriz. Çünkü haberin içeriğinde hangi durumlar için değişiklik talebinde bulunulduğunun belirtilmemesi nedeniyle; "şike" cezasının sabit bırakılarak "şike teşebbüsü" ve "teşvik primi" maddeleri için yapılacak değişikliklerle iddianamede bahsi geçen diğer kulüplere haksız menfaatler sağlanabileceği endişesi içerisindeyiz. Ayrıca küme düşme cezasının "şike"yi de kapsaması halinde, en başta biz Fenerbahçe taraftarlarının adalet duygusu zedelenecektir.

Bizler, 3 Temmuz'dan bu yana Fenerbahçe'ye karşı yapılan haksızlıkların karşısında olduğumuz kadar, sportif cezaların hafifletilmesine de karşıyız. Türkiye Futbol Federasyonu'nun alacağı karar ne olursa olsun; taraftarlar olarak bizim için aslolan kendi vicdanlarımızda yapacağımız değerlendirmedir. Sportif alandaki yargı bittiğinde; "Fenerbahçe şike yapmıştır" hükmü verilmesinden çok; "Şikeci" yaftası vurulduğu, onurumuz zedelendiği halde; başta yayıncı kuruluşun çıkarları olmak üzere bir takım ekonomik menfaatler uğruna yapılacak talimatname değişiklikleriyle küme düşürülmememiz, bizleri manevi olarak daha çok yaralayacaktır. Federasyonun hakkımızda varacağı olası bir "şike" hükmü bizlerin sevgisini lekelemez. Ancak 104 yıllık tarihe sahip bir camiaya "şikeci" yaftası vuranlar; talimatname gereği mevcut cezayı uygulayarak, Fenerbahçe'nin Süper Lig'de yokluğuyla oluşacak maddi ve sportif zararlara katlanmak zorundadır. Küme düşmek, bizler için sorun olmamakla birlikte kamuoyunda oluşturulacak "Fenerbahçe şike yaptı, ancak affedildi, küme düşürülmedi"şeklindeki bir algı bizler için amatör kümede oynamaktan bile daha büyük bir cezadır.

Tüm bunlardan yola çıkarak özetle; biz Fenerbahçe taraftarları için iki ihtimal vardır.Aklanmak, ya da küme düşmek. Üçüncü bir ihtimali kabul etmek bir yana, aklımıza dahi getirmiyoruz. Türkiye'de hiçbir sportif kurum Fenerbahçe'nin üzerinde olmadığı gibi; Fenerbahçe'yi affetme büyüklüğüne de sahip değildir.

Siz sayın yöneticilerin; Fenerbahçe'yi bu kadar küçültecek girişimlere öncülük ve iştirak etmenizi kabullenmeyeceğimizin farkında olduğunuzu biliyoruz. Sosyal medyada bu konuda yapılan yorumlar da kulüpten ivedilikle yapılacak bir açıklamanın beklentisine işarettir. Bu nedenle en kısa sürede söz konusu haberlerle ilgili resmî siteden yalanlama-açıklama türünde yayınlayacağınız bir metinle durumu açıklığa kavuşturmanızı rica ediyor ve sabırsızlıkla bekliyoruz.


Onur İNAL
Münferit Fenerbahçe Taraftarı

#sanasozyinebaharlargelecek

8 Aralık 2011 Perşembe

Ara Sıra, Bazı Bazı..

Neredeyse 24 saat geçti maçın üzerinden, ve etkileri de sönmek üzere. Yok, hayır; kimseye laf çarpma niyetim yok. Hatta, Fenerbahçe komplekslerini Aziz Yıldırım üzerinden açık ederek bel altı vuranlar ve soruşturmadan pay çıkaran yöneticiler de kısmetse başka bir yazının konusu. "Alt tarafı bir Galatasaray maçıydı" şeklinde rakibimi küçümseyen ya da mağlubiyeti sindiremeyen bir tutumda da değilim. Gel gelelim canımı da sıkmıyorum işin gerçeği, sıkamıyorum. "Sağlık olsun" diyorum.



Çünkü çoğumuz biliyorduk ki, Galatasaray'a günün birinde yenilecektik, kendimizi çoktan hazırlamıştık bu sonuca. "Her şeyin bir sonu vardır" dedik, maç esnasında gerilsek de maç sonunda üzülmedik bu sayede. 1319 gün sonra yenilmiş olmamızı kendi açımızdan eğlenceye dönüştürdük bir yerde. 18 yıl sonra, ligdeki bir Galatasaray karşılaşmasında 2'den fazla gol yemiş olduğumuzu öğrendik istatistik sayfalarından, gülümsetti. "Züğürt tesellisi" gibi gelebilir bunlar, o şekilde yorumlayana ne desek az, ama Fenerbahçe sayesinde kazandıklarımızı değerlendirmekten ötesi değildir. Özellikle derbi statüsündeki karşılaşmalarda, "yenilmez" bir görüntü çizen takımı sayesinde, günün birinde aldığı bir yenilgide dahi mizahî kareler yakalayabilmektir. Derbi sonrası geyiklerini somurtarak, öfkelenerek okumak yerine o geyiklere katılabilmek, günü keyifli geçirebilmektir.

Galibiyete ihtiyacımız vardı, evet. Fakat mevzu puan değil. Play-off nedeniyle ufak tefek puan farklarının zaten bir şeyin göstergesi olmadığı bu sistemde, tüm sermayemiz alın terimiz.Gidenlerle, sakatlarla zayıflayan kadroyu, hırsla güçlendirmektir bu seneki derdimiz. Her zaman yetmeyebilir, ve hırsın biraz da iyi futbolla birleşmesi gerekir. Olmadı, geçti bitti. Söylenecek çok söz, eleştirilecek çok hata var, evet. Ama dedik ya, zamanı değil, senesi değil.



Şimdi kızma değil, destek zamanı; bir yenilginin dünyanın sonu olmadığını bilerek, rövanşı haftaya Kadıköy'deymiş gibi. Şimdi sinme değil, isyan zamanı; sanki bugün 10 Temmuz'muş da köprüye yürüyormuşuz gibi. Şimdi baş eğme değil, dik durma zamanı; Galatasaray 3-0 öndeyken yakın çekimde gösterilen Volkan'ın durduğu gibi. Şimdi dağılma değil, kenetlenme zamanı; maç öncesi galibiyet yemini ederken, Alex'in, Cristian'ın bileğini sımsıkı tuttuğu gibi.

Yenilgi futbolun doğasında vardır; ama şimdi her zamankinden daha fazla Fenerbahçe zamanı;

Eski, güzel günlerdeki gibi..



Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek


https://twitter.com/#!/pikuee

1 Aralık 2011 Perşembe

Sadece Tezahurat Mı Sandın Lütfü'cüğüm?

Öncelikle başlıktaki "Lütfü" tabiri şahsi hitap değil, tüm federasyon içindir. Sadece Lütfi Arıboğan'a sarmayacağım. "Pierre Cornu'ya hakkımızda yanlış beyanatlar verdi, bizi UEFA'ya şikayet etti." de demeyeceğim. UEFA'ya göre bizim "şikeci" olduğumuzu kendilerine bizzat iletenler Lütfi Arıboğan ve İlhan Helvacı; evet. Kızıyoruz, tepki gösteriyoruz, evet. İnkâr ediyorlar; Pierre Cornu'ya, dolayısıyla UEFA'ya "yalancı" diyorlar; bilemeyiz. Fakat bir tarafın kesinlikle yalan söylediği kısmında sanırım hemfikiriz. Yani yalan söyleyen taraf henüz belirsiz. Kimin suçlu olduğu henüz CAS tarafından tescillenmedi.

Ancak ortaya çıkan tablo, Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ne katılımının engellenmesinde yaşanan hukuksuzluğun açık göstergesi. Davalı konumundaki iki kurum; Türkiye Futbol Federasyonu ve UEFA; savunmalarını Fenerbahçe'ye karşı bir takım belgeler öne sürerek değil, birbirlerini suçlayarak yapıyor. 



Fenerbahçe CAS'a "Şampiyonlar Ligi'nden haksız yere men edildik, sorumlusu TFF ve UEFA'dır" diyor. TFF; "Biz men etmedik, UEFA talimatıdır" diyerek kendisini savunuyor. UEFA ise "Ülke federasyonundan gelen bilgiyle karar verdik" diyerek topu TFF'ye atıyor. Burada asıl önemli olan nokta şu ki; ne UEFA, ne de TFF savunmalarında "Fenerbahçe "suçludur", o nedenle men ettik" diyemiyor. Yani, her iki kurumun da kazanamayacağı net; sadece kaybeden taraf olmamak için ikisi de birbirini suçluyor.

Çünkü haklı taraf belli; "davacı" konumundaki Fenerbahçe'nin karşısında TFF ve UEFA'nın bu tavırları tam olarak; "Evet, ortada bir haksızlık var, ancak biz yapmadık" demektir. Hukuksuzluğun en büyük ispatı, acziyet halinin göstergesidir. Biri ülkemizde; diğeri ise Avrupa genelinde futbolun patronluğunu yapan 2 kurumun; Fenerbahçe karşısında amiyane tabirle "çatır çatır" hesap vermesidir. Vakit, "Temiz olsaydınız Şampiyonlar Ligi'nden men edilmezdiniz" diyerek Fenerbahçe kompleksleriyle cahilce konuşmaya itilenlerin girdikleri bataklıkta sakin kafayla düşünme vaktidir.



Uzun bir mücadeledeyiz, ve bu sadece ilk round. "Kazandık" diyemesek de gerçek şu ki öndeyiz. Yüzlerce kez söyledik, sadece "adalet" peşindeyiz. Adil yargı istiyoruz. Suçluluğumuz ispatlandığı halde maddi kaygılar uğruna bizi küme düşürmezlerse; en büyük savaşı yine biz veririz. Temizliğimize güvenerek, kendi irademizle gitmek istediğimiz Avrupa yolunda "Sen düşünemezsin" diyerek tası kafamıza vurdu ya Lütfü; farkında değil, bu filmde bu sahneden sonra hakiki Tosun Paşa da biziz.

Hiçbir şey bitmedi, daha yeni başlıyor. Ancak 3 Temmuz'dan beri, medya yüklendi, TFF yüklendi, UEFA yüklendi, önemli futbolcularımız gitti. Buna rağmen ligde lideriz, CAS'taki davada da bir adım öndeyiz; yani dimdik ayaktayız.

"Fener'le kimse başa çıkamaz" demiştik ya hani;

Siz sadece tezahurat mı sandınız?

Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek


https://twitter.com/#!/pikuee

23 Kasım 2011 Çarşamba

Açmayalım O Defteri

Çok sevdik seni Diego, her şeye rağmen. 
"Her şeye rağmen" dememiz de öyle laf olsun diye değil, az mı kızdık sana? 
Az mı ceza aldın, 
Az mı yalnız bıraktın takımı sahada? 
Hırsını sevdik ama biz, savaşmanı, sahada rakip ayrımı yapmamanı. 
"Adam" gibi mücadeleni sevdik biz senin, ruhunu, agresifliğini. 
Her yaz döneminde bir gözünün İtalya'da olmasını da görmezden geldik,  
"Sahada her şeyini veriyor" dedik, destekledik.


Bir gözünün İtalya'da olmasını da geçtin bir ara, hatırlar mısın? 
Sözleşmen bitti, topladın eşyalarını, 
Avrupa turnesine çıktın, 
İtalya kazan, sen kepçe. Kendine kulüp aradın. 
Böyle ifade etmek istemezdim ama, işin gerçeği şu ki; 
Parada anlaşamadın. 
Döndün, geldin. Çubuklu'yu yeniden giydin. 
İzahı yoktu aslında, yine de "profesyoneldir" dedik, 
Ne sevgimizi, ne desteğimizi eksik ettik. 
"Sevgi" işte, her şeyin üstünü örter ya hani, 
Yalan dolan yok, inkâr yok, fazlasıyla biliyorsun da. 
Biz seni çok sevdik, fazlasıyla da belli ettik. 
Örttü her şeyin üstünü, bir yere kadar..


Buradan sonrası, tamamen beni bağlar.
Çünkü biliyorum, çoğunuzla aynı fikirde değiliz.
Ama kızmayın, benim de nedenlerim var.
"Lugano dönecek" haberlerinin çıktığı şu günlerde heyecansızım nedense.
Gittin ya hani PSG'e, aldığın paradan haberim yok, bakmadım bile.
Ve keşke "para" yüzünden gitseydin, zerre kızmazdım belki.
Hem dedim ya, fazla "profesyonel" oluşunu ben de sorun etmedim zaten.
Öyle ya, futbol kariyeri bir gün bitecek, sonrası da var.
Mevzu bir yerde geleceği kurtarmak.


Ama o 3 Temmuz sabahı var ya, içimizi acıtan..
Ve o sabahtan bu yana,
Bir şeylerin savaşını verirken biz sürekli,
Bu sezon saha içine önem vermezken,
Kazanılan puanları sadece prestij olarak değerlendirirken,
Seni de görmek isterdik Alex'in, Emre'nin, Volkan'ın, Gökhan'ın yanında..
Sorun biraz da gidiş tarihinde, ama 3 Temmuz meselesi değil tam olarak.
Ki sen de buradaydın, "Mutluyum, gitmeyeceğim" diyordun.
Şampiyonlar Ligi hakkımızın gasp edilişine kadar.
Yani 2 ihtimal var bu durumda,
Ya Şampiyonlar Ligi'nden men edildiğimiz için gittin,
Ya da o tarihe kadar bizi hoş tutmak için yalan söyledin.
İkinci seçenek transfer dönemindeki klasik tavrındı, alışkınız.
Ama birincisi "Gemiyi terketmek"tir,
Sitemlerimiz de en çok bu yüzdendir.


Hiçbir şeyle suçlayamayız seni,
Taraftar ol da diyemezdik, amatörce sevmek bizim işimiz neticede.
Ama işin gerçeği şu ki, biz seni savaşçı kimliğin için sevdik.
"Gel, bizimle yürü, biber gazı ye" demesek de,
Sahadaki dik duruşunu bekledik, açıkçası biraz da özledik,
Her neyse..


Şimdi dönersen eğer, havaalanında karşılayacaklar yine seni,
Tezahuratlarla alanı doldurmuş binlerce kişi,
Sevildiğini zaten biliyordun da, o manzarayı görünce ne geçecek aklından?
Seni omuzlara aldıklarında, boynuna sarı-lâci atkıyı taktıklarında.
Belki de uçaktan atkın boynunda ineceksin,
Peki o an ne hissedeceksin?
Mutlu olacağın kesin, göreceğin ilgiye çok sevineceksin.
Peki bir an bile olsa "ayıp etmişim" diyecek misin?
"Bu kadar taptılar bana, hayal kırıklığa uğrattım hepsini"
Olanı biteni bir daha düşünüp sorgulayacak mısın kendini?
Karanlık günler de bitmedi hem, ya daha da karışırsa ortalık?
Bu sefer hesapsız, pazarlıksız "Buradayım, gitmiyorum" diyebilecek misin?
Ya da gelmeden önce kaç milyon avrodan açacaksın kapıyı?


Müjdat Yetkiner olmanı beklemedik senden,
Ama eğer dönersen, aklıma Luciano gelir.
Sezon başı sakatlandığında, 
6 ay sahalardan uzak kalacağı açıklandığında,
Yatarak para kazanmak yerine sözleşmesini feshettiren,
Halen sevinçlerimize, hüzünlerimize ortak olan Luciano gelir.
Alex'in dik duruşu gelir.
"Gideceğim" dediğinde Brezilya'nın karışacağını o da bilir,
Talipleri de var, teklifler de üstelik.
Aklıma her gün verdiği adamlık dersleri gelir.


Münferit bir taraftarım ben, kimseyi bağlamaz söylediklerim.
Ve biliyorum ki dönmeni istiyor çoğunluk.
Ama Diego, nedenlerimi de saydım,
Bırakalım, tadında kalsın.
Santos gelsin, Niang gelsin
Normal futbolcu bunlar bize göre, gözümüzde efsaneleştirmedik,
Mümkünse Emenike gelsin, adamın ayağına henüz top değmemişti üstelik.
Hatta "Güiza bile gelsin" diyeceğim ama yok artık,
O kadar da değil.
Onun yerine 2 ay antrenman yaptıralım, devre arası forvete Luciano gelsin.


Demem odur ki Diego, gelirsen seni ancak arma'dan ötürü destekleyeceğim.
Renklerden ötürü seveceğim, formanın hatırına alkışlayacağım..
İçim kabullenmeyecek seni,
3 Temmuz'dan bu yana olup bitenleri nasıl unutmayacaksam, 
Nasıl gittiğini de unutmayacağım.
"Tota" diyorduk, sahadaki ruhlarımızdandın,
Bu kadar sevgiye rağmen gittin,
Sadece Diego Lugano'sun artık benim için.
İşini yapan, bize bir dönem emek vermiş profesyonel bir futbolcusun sadece,
Sao Paulo'dan geldin,
4 sene Fenerbahçe'de forma giyip Paris Saint Germen'e gittin,
He bir de Uruguay Milli Takımı kaptanısın,


Ama asla bir Luciano değilsin..


Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek


https://twitter.com/#!/pikuee

12 Kasım 2011 Cumartesi

Hak Ettiğinizi Duydunuz, Yaygara Yapmayın

Kötü oyun, facia bir skor ve tükenmeye yüz tutmuş umutlar, fakat mevzu bu değil. Bu yazının konusu sensin tribündeki arkadaşım. Volkan'ı ıslıklayan, Emre'ye küfreden, ilk defa da değil, defalarca bu rezilliği tekrarlayan "sen."

"Kötü oyun" dedin, "Gollerde hatası var" dedin meselâ, bu senin için geçerli bir nedendi.
Hiç alışkın değilsin zaten kötü kalecilere,

Her sene kaleci değiştiren senin takımın değildi sanki.
Daha önce kaç kere "keşke böyle bir kalecimiz olsa" diye dua ettin Volkan'ı seyrettikten sonra?
Ya da 3 tane attık da, Volkan yüzünden mi mucizelere bıraktık işi?

Fenerbahçe değil yani olay; takımının son 13 derbide 1 galibiyet alıp 2 de beraberlik kurtarabilmesi değil.
Senin takımın tel tel dökülürken Fenerbahçe'nin her yıl her dalda şampiyonluğa oynaması hiç değil.
Tamamen saha içi, renkler üzeri bir durumda, kimliğine bakmadan yaptın bu rezillikleri.
Hatalı gol yediğinde ıslıkladığın Volkan'ı, kaç kurtarışında alkışladın peki, içinden gelerek?
Kaç kere "Helal olsun" dedin, hissederek?
Emre'nin kaç golünde sevindin deli gibi, kuyruk acını unutup?
Ya da ilk defa mı alet ettin Milli takıma ezilmişliğini?

Sorun sadece "sahada olanlar" diyorsun, önemi yok(muş) ya renklerin,
Hırvatistan deplasmanında yok Arda; gördüğü sarıdan sonra ıslıklamaya maçan sıkmadı mı? Ayrım yapmıyorsun ya hani.
Hiç Hakan Balta'yı sorguladın mı meselâ, sol bekte neden başkası denenmez diye?
Peki ya Emre?
"Kötü oyun" kılıfına sığdırabilir misin yaptığın iğrençlikleri? Belçika maçında da penaltı kullanırken ıslıklamıştın hani.
"Karaktersiz"di sana göre onlar, doğru ya.
Fenerbahçe'de oynuyordu zaten Arda.
Avrupa maçında kafa, derbide yumruk atan, stadında güvenlik görevlisini hırpalayan.
Fenerbahçe taraftarına el kol hareketleri yapan.

Ya da Bülent, Hasan.
Dünya beyefendisiydi ya bunlar, ondan ıslıklanmadılar Kadıköy'de.
Yani Fenerbahçe taraftarının milli forma altında ayrım yapmaması değildi mesele.
Türk futbol tarihinde 2 tane "karaktersiz" futbolcu vardı zaten sana göre,
Biri Volkan, diğeri Emre.
Peki sen arkadaşım, ne kadar "adam"sın, ya da gram adam mısın?
Milli forma giymiş futbolcuları kendi hezeyanların yüzünden ıslıklarken hiç mi utanmadın?

Arda senin takımının ruhuydu, sahadaki "sen"di yani;
Peki Volkan'ın, Emre'nin sahadaki "biz" olmasını neden kabullenemedin?

Olay ligde verilen tepkiler değil, her şey karşılıklı.
Ama sen sapla samanı karıştırdın,
Ligde, kendi evinde vermen gereken tepkiyi milli müsabakaya taşıdın.
Kendi evin diyorum ya, o da ağız alışkanlığı.
Nasıl da hazmettin o stadda kulübüne edilen hakaretleri,
İki ıslık çaldın yalandan, sonra nasıl da sahiplendin Peşkeştepe'yi?
Gram emeğinin olmadığı stadı Milli maçta dahi kendinin sandın;
Sahi nasıl sattın milyon avrolara Ali Sami Yen'i?
Ama daha güzel bir isim alternatifi var artık, amacına da uygun hem;
TT Arena Fenerbahçe Kompleksi.
Hiçbir zaman hazmedemedin sen sarı-lâciverti,
Ve haysiyet kavramın zaten sınırlıydı, sıfıra düştü iyice.

"İçimizdeki hainler" teriminin vücut bulmuş halisin sen,
Ve gerçekten de hainlik akıyor o nursuz yüzünden.
"Adam değil" dediklerinin çeyreği kadar adam olabilseydin eğer,
Keşke biraz sağlıklı düşünecek bir beyne sahip olabilseydin ya da,
Ruhunu arındırabilseydin biraz pislikten.
Farkederdin Milli Takım olgusunun anlamını,
Anlardın Burak'ın, Arda'nın ya da Volkan'ın kırmızı-beyaz altında bir farkı olmadığını.
Şimdi Volkan'a, Emre'ye kızıyorsun ya hani, "Küfrettiler diye."
Senin söylediklerin farklı ya o kopasıca dilinle,
Yakın çekimde gördük söylediklerini, binlerce kez ağızlarına sağlık her ikisinin de,
Fenerbahçe taraftarına tercüman olmuşlardır, bir nebze de olsa içimizi soğutmuşlardır.
Siz yerli yersiz küfrediyorsunuz ya, Volkan ve Emre söylediklerinde haklıdır.

Hepsinin altında da imzamız vardır, böyle biline.
Ve sabredin, defalarca kez olduğu gibi yine sahada ağzınızın payını vermeye geliyoruz, çok az kaldı.
7 Aralık'ta görüşmek üzere.





Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek

https://twitter.com/#!/pikuee

10 Kasım 2011 Perşembe

Rahat Uyu Diyemesek de..

Çok bozuluyorum, çok. Ve ağzımı bozasım geliyor, bildiğiniz gibi değil hem de. Ana, avrat, soy, sülale. Hiçbir değer yargısı gözetmeksizin, lafın nereye gideceğini düşünmeksizin. Ki hak ediyorlar da ve ben çoğu zaman ağzımı bozuyorum da.

"Atatürk dinsizdi" diyerek öfke kusanlar meselâ.. Ne olursa olsun, dediği gibi olsa dahi "din" kavramının Allah ile kul arasında kalması gerektiğini idrak edememiş o beyin ziyanları var ya hani. 1 ay oruç tutup senenin geri kalanında milletin kuyusunu kazanlar var ya, tam olarak onlar işte. Yani oyunu dini bütün gördükleri kişilere verenler, seçtiği yöneticinin kıldığı namazın sevabı kendisine yazılıyor zannedenler de diyebiliriz. Aslında en uğraştırmayan, çözülmesi en kolay kesim. Geçmişin uzantıları bunlar, cumhuriyetin ilk yıllarında "Şeriat isterük" diye ortalıkta dolananların torunları. Ata'ya olan saygısızlıklarının nedeni belli; "Kuyruk acısı." Menemen'de gördük misâl bunların dedelerini, şehit ettikleri Kubilay'ın ardından idam edilmeleri gideni geri getirmedi, ama cezaların en güzeliydi. Ve canları yanıyor şimdi, intikam peşindeler. Ülkeyi ve dini geri getiren hareketi kimin başlattığını unutup, baba belledikleri şeyhlerinin izindeler. Dedik ya, anlamak zor değil, geçmişten geliyor kinleri, o yüzden salya saçıyorlar bu denli.

Peki "yobaz" kesim mi sadece salya saçan, değil tabi ki. 30 yıldır bu toprakların başına bela olanlar, ve onların sempatizanları gibi, pervasızca saldırıyorlar, saygısızca. Ve kendilerine "devrimci" diyorlar işin garibi. İnsanca, herkesin eşit olduğu bir düzen için mücadele etmek yerine gencecik insanları öldürerek, yoksulluklarının en büyük sebepleri de yanı başlarında oysa ki. Kendilerini sömüren aşiret ağalarına karşı dik duramadıkları için, 20'lik delikanlılardan alıyorlar hırslarını, kalleşlikle. Devrimciliği Amerika'nın kucağına oturarak yapmaya çalışıp, Amerika'nın dağıttığı silahla kahramanlık taslıyorlar. Komik değil mi? Keşke sadece "insanca yaşamak" olsa dertleri. Gerçek kafatasçılara, insana ırkından ötürü zulmedenlere karşı dik durabilsek keşke birlikte. Ama "Kürdistan" var onlara göre, Atatürk'se düşman.(!) Onların kökünü kazımadığı, soykırım ayıbı işlemediği için mi sizce?

Bir de bizi "faşist" yapanlar var, en garip kitle. Tatlı su demokratları var ya hani. "Koşulsuz demokrasi" diyen, Atatürk'ü diktatör olarak isimlendiren. Biz faşistiz onlara göre, kıymet bildiğimiz için. Ve Atatürk suçlu, yıkılan bir devletin ardından kurtarılmış topraklarda kurulan yeni sistem henüz oturmadan yıkmak isteyenlere meydan vermediğinden ötürü, diktatör'dür kendisi.

O kadar bozuldu ki ortalık; medyada "Atatürk diktatördür" yazmaları için sanatçıları göreve çağıran, yazmayanlara "korkak" diyen entel bozması tipler var bu memlekette. Herif "yazar"lığıyla övünüyor bir de. Adam gibi tartışamazsın, çünkü "Bu yazıları yazmanı sağlayan Harf Devrimini kim yaptı" diye sorsan verecek cevabı yok. Ne faşist olmadığın kalır, ne kafatasçı. "Özgürlük"ten başka laf bilmezler, ancak özgürlük ateşini kimin yaktığını, bir halkı kimin uyandırdığını idrak edemezler. Ederler de gelmez işlerine. Ata'ya hakareti "özgürlük" bellerler, ve devir bu ara onların devri ya, rahat rahat çemkirirler.

Şu anki halinden ötürü değil; Atatürk'ün kurduğu parti olduğu için kin güderler CHP'ye; faşistlerin partisidir onlara göre. Çok partili hayata geçiş yapılmamış, ülkeyi ömrü billah CHP yönetmiş gibi. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki karışık hali de bilirler üstelik, bilirler şeriatın pusuda beklediğini, ama yine de onlara göre keyfidir tek parti sistemi.

Zaten Kurtuluş Savaşı da gereksizdir bunlara göre, kuzu gibi teslim olmak dururken, hiç gerek yoktu ki..

Peki Hatırlarlar mı General Harrington'ı, Yunanlı'ları, Fransız işgalini. Bilirler mi "Gazi"Antep'i, bilirler mi Sakarya'yı ve güzel İzmir'i. Ama bir saniye doğru ya. İzmir de "faşist" onlara göre. Ali Kemal'lerdir figürleri, işgal savunuculuğudur. Babalarının belli olmasına şükretmezler, Neyzen Tevfik'in de dediği gibi.

Bu ülke, bu güzel ülke yaşanmaz oldu iyice, ve bizler faşist olduk.

Şikayetçi miyim peki? Şikayetçi gibi mi duruyorum ya da?

Ben, Türk'üm demeyi tersinden anlayarak "ırkçı" benzetmesi yapan sığırlara rağmen Türklüğümden, tarihimden iyisiyle kötüsüyle mutluyum.

Ben, Mustafa Kemal'i manevi babam olarak bellemekten gurur duyuyorum.

Ve sizler, bu ülkeyi içten içe kemirenler, elbet bir gün bu çaresizliğimiz bitecek, yazı yazmanın ötesinde, sizleri daha kolay susturabileceğimiz günler de gelecek. Bu topraklarda yeriniz yok çünkü, aldığınız nefes ziyan, içtiğiniz su haram. Basit bir "ya sev, ya terket" zihniyeti değil bu, ama nankörlüğün, düşmanlığın bu kadarı da deli edici. Kuru toprağa faydanız yok ama; pisliğinizde ölüp gideceksiniz ve ben, arkanızdan kutlayacağım o güzel günleri.

Ve Paşa'm, ölümsüz adam. Bedenin toprak olsa da bizimle ruhun, sana "rahat uyu" diyecek yüzümüz de yok üstelik. Ve 3 tarafı köpeklerle çevrili bir kara parçası haline getirdik bu ülkeyi. Ama birgün uyanırız belki.

Nasıl Sen, bir milleti uyandırdıysan derin uykusundan;

Silah arkadaşlarınla, erkek, kadın, çocuk yürekli bir nesille nasıl çarpıştıysan;

Ve devrimlerinle nasıl yeni bir düzen yarattıysan..

Saplandığımız bataktan çıkmak bize de nasip olur belki..

"Rahat uyu" diyemesek de; ruhun şâd olsun; hiç görmesek de, çok özledik..



Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek


https://twitter.com/#!/pikuee

7 Kasım 2011 Pazartesi

Paramız Yetmedi

4 Kasım 2011; Cuma.. Fenerbahçe, soğuk bir deplasmanda, Sivasspor karşısında. Karşılaşma saatinde dışarıdayım, maçı izlemiyorum. Çünkü biliyorum ki Sivasspor, her zamanki görevini yerine getirmeye devam edecek. Biliyorum ki; Fenerbahçe tribünlerinin zamanında pankart ayıbında bulunduğu adam gibi adam Rıza Çalımbay'ın Sivasspor'u bizi yine üzmeyecek.

Eminim ki; maçı izlesem bile gülerek izleyeceğim. Çünkü skoru önceden biliyorum; içime savcı kaçmış sanki. Sivasspor maçı işte, nedir ederi? Kim adammış, kimin fiyatı ne kadarmış, kim haysiyetini beş kuruşa satarmış.. Kimin umurunda ki? Alın teri neymiş, emek nasıl bir kavrammış, düşünmüyorum bile. Biliyorum ki; Sivasspor yüklendiği misyonu yine yerine getirecek, bizi güle oynaya evimize gönderecek.

Maç oynanıyor, kafamda bu düşünceler, galibiyetin ferahlığı, sulanmış tarlalar, yenilmezlik serisinin devamı, güzel şeyler. Eve dönmek üzere taksiye biniyorum; radyo açık, bir şeyler zırvalıyor spiker. Son dakikalara girildiğinde Sivasspor'un kendi evinde 2-0 önde olduğu falan.. Alkolün etkisi diyorum, fazla da içmedim halbuki. Taksiciye soruyorum; "Sivas mı önde ağabey?" Doğruluyor o da spikeri.

Dakika 90, 3 dakika da duraklama var daha. Belli etmemek için böyle yapıyorlar sanıyorum. Geçen sezona gidiyor aklım, son maça. Son dakikalarda skoru 3-4'e getirip, birazcık da yalandan yüklenip nasıl da korkutmuştu bizi hınzırlar. "Daha 3 dakika varsaa.." diyerek başlayan saçma sapan hesaplar kafamda, ve bitiyor maç.

Şaşırıyorum haliyle. Hani tescillenmişti Sivas'la ilişkimiz, birileri televizyon kanallarında cezaları bile kesmişti hani? Sahi ya, neden yeşermedi  bu sefer ekinler? Hani savcı biliyordu her şeyi? Kafama dank ediyor bir anda! "Kesin" diyorum; "Kesin Mini Cooper'ı üzerine yapacak bir kızkardeşi yoktur kalecinin." Gerçi Korcan'ın da yoktu ama böyle detaylı düşünmeyi tercih etmiyorum o anda.. Hem haddime mi? Belgeleri bulan emniyet, açıklayan Baransu, Kütahyalı, hükmü veren de koskoca savcı. Medyadan bana sunulanı almak varken düşünmek, sorgulamak bana mı kaldı?

Bu düşüncelerle ulaşıyorum eve, bilgisayarı açıyorum. Kuzenimden yenilgiye atıfta bulunan bir mesaj düşüyor önüme o anda. Esprili bir cevapla karşılık veriyorum. Ve farkediyorum ki bir şey eksik, hatta bir şeyler. Yenilgi sonrası olması gereken hisler var ya, onlardan işte. "Sivas bize nasıl yatmadı"nın şaşkınlığı var üzerimde ama yenilgiye üzülemiyorum, benimle dalga geçenlere kızamıyorum. Yenilgiye üzülmek nasıl bir histi? Bırakın yenilgide verilecek tepkileri, ligde en son yenildiğimiz karşılaşmayı bile hatırlamıyorum ki?

Teknoloji yetişiyor imdadıma, buluyorum hemen. Geçen sezon, 16. hafta. Ankaragücü maçı. Hafızamı zorluyorum biraz, ama yok. Gelmiyor aklıma verdiğim tepkiler. 27 hafta geriye gidemiyorum bir türlü. Çaresiz, gülümseyerek geçiştiriyorum geçmiş olsun mesajlarını.

Unuttuğumu farkediyorum yenilgiyi, unuttuğumu farkediyorum üzülmeyi. Bir şey daha farkediyorum; Sivasspor'a geçen sezon "satılmış" deyip şimdi alkışlayanların acizliğini. Özeti izliyorum sonra. İlk golün ofsayt olduğunu görüyorum, maçı Cüneyt Çakır'ın yönettiği aklıma geliyor, umursamıyorum bile. Art niyet aramıyorum çünkü. Kötü oynadığımızı, yenilgiyi hak ettiğimizi de biliyorum hem.

Bir bir aklıma geliyor son 4 ayda olup bitenler, medyanın kullandığı orantısız güç, ve buna karşılık dimdik ayakta duran bizler. Yandaşlığı ilke edinenler ne söylerse söylesin; 27 maçlık emeği görüyorum, Sivasspor karşısında bozulan seriyi dert etmiyorum. Hatta hazır ağzı olan konuşuyorken onlara uyuyorum ben de; "paramız yetmedi" deyip geçiyorum. İçim rahat, huzurluyum. Ve son olarak Aykut Kocaman'ın maç sonunda hakemle ilgili söylediklerine bakıyorum;

"Birinci golde ofsayt olduğu söyleniyor ama görmedim. Hakemlerin 5-10 dakikalık bölümlerdeki davranışlarından bazı şeyler gözüküyor. Bugünkü hakem ülkenin elit hakemlerinden biri. Ofsayt ve penaltı anlık şeyler ve kaçabiliyor. Cüneyt Çakır doğal hatalarıyla hakkaniyetli bir maç yönetti"

Bir kere daha gurur duyuyorum..

Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek

https://twitter.com/#!/pikuee

2 Kasım 2011 Çarşamba

Mutlu Yıllar Büyük Başkan!

Bir farkla geldin; ve biz çok sevdik seni. Her halinle, sevincinle, öfkenle. Kimse anlamadı bizi bizden başka; diğerlerine göre sen ortalığı germekten başka bir şey yapmıyordun çünkü. Neden seviyorduk ki seni? Kızdığımız da oldu gerçi zaman zaman, protestolarımız da ama;

 



Unuttuk mu sandın verdiğin emekleri? Aileni ihmal etme pahasına harcadığın vakti, sağlığından olma riskine karşı sarf ettiğin enerjiyi?

Unuttuk mu sandın Dereağzı'ndaki minik kürek takımına sabahın 5'inde yaptığın ziyareti; o çocukların umutlarını yeşertmeni?

Unuttuk mu sandın Saracoğlu'nun inşaatında sabahlamalarını, bizi ele güne muhtaç etmemeni, devlete dahi ezdirmemeni?

Selçuk Dereli'yi unuttuk mu sandın, mahkemelik olacağını bile bile sevdanın sana söylettiklerini?

Peki o meşhur motivasyon konuşmanı hani, hangimizin tüyleri diken diken olmadı ki?
 

Ve 3 Temmuz, ne söylesek o kara gün için? Hangi yazıya sığar, nasıl tarif edilir ki geceden siyah bir günde gidişin? Peki ya bir sezonluk emeklerimizin heba edilişi; seni seçimle deviremeyenlerin, hesaplarını alın teri üzerinden görmesi..

Biz alışkındık aslında; çünkü ne zaman Fenerbahçe herhangi bir sezonun 2. yarısını önde götürse hep parayla, şikeyle. Kendi kadro kalitesizliklerini sorgulamayanların da; bölgesindeki seçmene yaranmak isteyen siyasetçilerin de en büyük hedefiydi Fenerbahçe. Ama aldırma; hatta 1 sene fazladan dışarıda gezdin işte. Son hafta şampiyonluğu kaybetmemizle bir anda temizlenen lig; tam 1 sene sonra kirlendi sayende. Üretilmemiş otomobilleri; rakip futbolcuların henüz doğmamış kız kardeşlerine gönderdiğin için hem de.

  
Şimdi sen Metris'tesin ya; sanıyorlar ki unutacağız. Oysa ki her maçtan önce mabedi sulatan, ekinlerin yemyeşil kalmasını sağlayan sen değil misin? "Bari İçeride Rahat Dur" dedik, duramadın biliyoruz. Sen değil misin futbolcuları kaçarcasına gitmiş, haftalarca sakatlıklarla boğuşan bu kadroyu liderliğe taşıyan, eli kolu rakiplerimizin rakiplerine kadar uzanan?

Biz seni unutmadık ama; unutturmak isteyenler de var. Sana küfür eden ucuz kitle haricinde; içimizde seni kara kaşına kara gözüne sevdiğimizi zannedenler var misâl. Aziz'in çocukları diyenler, başkanın yalakası diyenler. Senden sağladığımız şahsi menfaatlerimiz varmış gibi; aldığın ihalelerden bize pay verdiğini zannedenler var. Geçmişteki gerginliklerin hesabını zor zamanlarda sormaya kalkışan; bizleri içten içe bölen..

Seni eskiden protesto edip şu süreçte destekleyen "adam gibi" Fenerbahçeli'ler de var ama. Savaş baltalarını gömen; günün birlik günü olduğunu idrak eden. Senin işadamı olarak değil; "Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı" sıfatıyla orada olduğunun bilincinde; seni reddetmenin "şike" suçlamasını kabullenmekle eşdeğer olduğunun farkında olanlar da var.

Velhasıl kelâm biz; ne senin "Fenerbahçe temizdir" deyişini unuttuk; ne de örtülü ödeneklerden nemalanıp da bize çamur atanları. Ne "şike" denince 20 yıldır akıllara gelen maçı unuttuk; ne de senden nefret edenler görmezden gelse de Fenerbahçe ve Türk sporuna yaptığın katkıları. Başkalarının küme düştüğü amatör branşlarda Fenerbahçe'yi taşıdığın noktayı, senelerce verdiğin "Spor kulübü nasıl yönetilir" başlıklı dersleri, vergi borçları silinen kulüplerin aksine bizi getirdiğin ekonomik seviyeyi, ve daha nicelerini..

Unutmadık, unutmayacağız. Her şeyin farkındayız, sonuna kadar yanındayız.


Sen doğum gününde yanımızda olamasan da; bizler ruhumuzla oradayız.

Mutlu Yıllar Büyük Başkan!


 

Onur İNAL

#sanasozyinebaharlargelecek

http://twitter.com/#!/pikuee

22 Ekim 2011 Cumartesi

Bırakın Dağınık Kalsın

Hakem hataları, futbolun doğal sorunu, en insanî yanlarından biri. Michael Platini de böyle düşünenlerden. Bu nedenle özellikle uluslararası karşılaşmalardaki kritik hakem hatalarından sonra gündeme gelen "çipli top" teknolojisine de sıcak bakmıyor. Futbolun mekanikleşeceğinden, doğasının bozulabileceğinden endişe ediyor. Futbolun, saha içi yöneticileri de dahil insana ait bir oyun olması gerektiğini savunuyor. Hatasıyla, yanlışıyla.

Ancak işin bir de öbür tarafı var.

FIFA tarafından futbolcuların özellikle gol sonrası hareketlerine çizilen sınırlar nedeniyle, insanî faktörler zaten minimuma düşmüş durumda. Bildiğiniz gibi golden sonra formasını çıkartan; gol coşkusunu tribündeki taraftarlarıyla kucaklaşarak paylaşan futbolcu sarı kart görüyor. Formasının altına giydiği tişörte kendisinin, eşinin ve kızının fotoğrafını bastıran Semih Şentürk; attığı golden sonra bu tişörtü göstermesi nedeniyle sarı kart görebiliyor kurallar gereği.

Bir tarafta; Eylül 2007'de İstanbul'da, Çırağan Sarayı'nda yapılan UEFA yönetim kurulu toplantısında "Hakemlik insanî düzeyde kalmalı" diyen Platini; diğer tarafta da getirdiği kurallarla futbolcuları mekanikleşmeye iten FIFA. Ve bu çelişkiyi dibine kadar yaşayan taraftarlar, yani bizler.

FIFA ve UEFA'nın bu konudaki çatışmasının çok ötesinde, UEFA'nın kendi içinde yaşadığı bir çelişki aslında konumuz. Ve bu çelişkiyi çok ağır, çok acı bir olay gözler önüne seriyor.  

Terör mağduru bir ülke; en az 24 Şehidi, 74 milyon yaralısı. Terör, kan ve alabildiğine gözyaşı. Ve tüm bunların gölgesinde oynanması gereken bir futbol karşılaşması; Dinamo Kiev - Beşiktaş maçı.


İzin istiyor Beşiktaş UEFA'dan; protesto hakkı için. Çok da fazla bir şey değil; kollarda siyah bant ve maç öncesi terörü lanetleyen bir pankart. Verilmiyor izin. Bir ülkenin, kalleşçe saldırılarla hayatından olan gencecik insanlarını Avrupa'nın önünde anmasına, bu kalleşliği yapanları lanetlemesine izin verilmiyor. Neticede Beşiktaş, tepkisini karşılaşmaya siyah formayla çıkarak gösteriyor.

"Çipli top"a, video teknolojisine futbolun "insanî" yönü zarar görmesin diye sıcak bakmayan Platini'nin UEFA'sı; en insancıl tepkileri çok görüyor. Hakem hatalarını her ne kadar en aza indirgemeye çalışsa da oyunun doğal akışı içerisinde kabul eden UEFA; futbolcuların da insan olduğunu unutuyor.

Futbol endüstriyelleşiyor, sevinçler kısıtlanıyor, tepkiler engelleniyor. Oluk gibi akan paralar, ve saçma sapan kurallar. Sadece 4-4-2'den ziyade bir "tutku" olarak görülen futbol; taktik tahtalarına hapsedilmek isteniyor. Ve biz her ne kadar "Futbol, sadece futbol değildir" diye diretsek de; futbol, sadece futbol olarak kalmaya zorlanıyor.  

Kitleleri peşinden sürükler futbol, ve özgürlüğün en güzel halidir. Futbol sahaları siyasi arenaya dönsün demiyoruz; ama bırakın isyanlarımızı haykıralım. Rakip tahrik edilsin ya da forma altından reklam yapılsın demiyoruz; ama bırakın sevinçlerimizi doya doya yaşayalım. Bu kadar müdahale yersiz, bu kadar sınır gereksiz. Biraz serbest bırakın;

Bırakın, dağınık kalsın.


Onur İNAL  

#sanasozyinebaharlargelecek

http://twitter.com/#!/pikuee

16 Ekim 2011 Pazar

3 Büyükler Yerel Midir?

Taraftar; bir kulübün temel direği, varoluş sebebi; eksik olması durumunda ise en büyük sorunudur futbol dünyasında. Ülkemizde ise birkaç istisna dışında Anadolu kulüplerinin en çok şikayet ettiği konudur taraftarsızlık. Yani boş tribünler, futbolculara verilmeyen destek, satılmayan bilet, alınmayan lisanslı ürün ve tüm bunlara bağlı olarak maddi açıdan tatmin edici sponsor bulamamak. Bazı kesimler, özellikle kulüp yöneticileri de haklı olarak bundan şikayet ederler. Ancak bu şikayetlerini dillendirirken kullandıkları bir tabir var; "İstanbul Takımları" tabiri. Yani herkesin yaşadığı şehrin takımını desteklemesinin gerektiği algısı ve Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş'ı tutmasının eleştirilmesi.  

Konuya sadece kuruldukları ve stadyumlarının bulundukları yerler açısından; yani fiziksel olarak bakılıp düz mantıkla yorum yapılırsa evet, tabir doğru, eleştiriler haklıdır. Tabi aynı düz mantıktan gidilerek Amsterdam’da ya da Münih’te yaşayan bir gurbetçinin de Türk takımı tutması eleştirilebilir. Neticede yaşanılan yerin takımının tutulması gerekir bu fikre göre. Ancak söz konusu 3 büyük kulüp özelinde taraftarlık fiziksel değil, ruhsal bir durumdur. Doğduğu, yaşadığı yerin takımını desteklemek de takdir edilmesi gereken bir davranıştır ancak neticede fiziksel şartların getirisidir. Eskişehir’de doğup Eskişehirspor’u tutan herhangi bir taraftarın Bursa’da doğmuş olması durumunda Bursaspor’u tutacağı gerçeği de sanıyorum ki sınırlı istisnalar haricinde bu açıdan yeterli bir örnektir.

İstanbulspor, Karagümrükspor, Sarıyerspor ve benzeri kulüplerden konuşuyor olsaydık eğer, bu çerçevede değerlendirebilirdik. Ancak henüz ülkede futbol yasakken kurulan ve ülke futbolunun temelini oluşturan kulüplerden bahsederken “İstanbul takımı” tabirini kullanmak; bu kulüpleri yerel olarak tanımlamak yanlış değil midir? Cumhuriyet’ten eski oldukları halde günümüzde dahi güçlü şekilde ayakta duran ve ülke futbolunun gelişmesinde öncü olan bu kulüpler İstanbul’la sınırlandırılabilirler mi?

Buradaki mesele, büyük ya da küçük takım ayrımından ziyade tarihsel ve kültürel farklardır. Yaşanılan çevre, aradaki mesafe fark etmeksizin sevilmeleri de bunun göstergesidir. Fenerbahçe’nin İstanbul işgal altındayken İngiliz takımlarına karşı aldığı galibiyetlerle halkta yarattığı sevinç, kazandığı sempati ve bunun İstanbul dışına taşıp daha yakın tarihteki başarılarıyla birleşerek günümüze kadar gelmesi de buna örnek olarak gösterilebilir.

Her ne kadar buradaki örnek Fenerbahçe olsa da; Galatasaray ve Beşiktaş da yerel olmamaları anlamında aynı çizgidedir. Türkiye geneline malolmuş, hatta ülke dışına taşmış bu kulüpleri İstanbul’a sığdırmaya çalışmak Türk futbol tarihine yapılmış bir ayıp olduğu gibi; tribüne taraftar çekmek ya da şehrinin takımını korumak adına da yanlış bir yoldur. Kaldı ki bu tip fikirleri abartan taraftar grupları nedeniyle bazı şehirlerde olay 3 Büyük takım taraftarlarına karşı zaman zaman fiziksel şiddet uygulamaya ve büyük takım mağazalarını tahrip etmeye kadar varmaktadır.

Taraftarlık, temelinde fikir özgürlüğüne ve karşılıksız sevgiye dayanan bir olgudur. Bu konuda yapılan herhangi bir baskı ise futbolun doğasına aykırıdır; insani açıdan ise saygısızlıktır. Ve tahrik unsuru olmadıkça herhangi bir yerde herhangi bir insana tuttuğu takım nedeniyle saldırılması, futbol coşkusunun yaşatılmaması da ağır şekilde cezalandırılması gereken bir davranıştır. Burada meselenin konusu tabirden ziyade algıdır. Anadolu'da yaşayan insanların 3 büyük kulüpten birinin taraftarı oluşunun eleştirilmesini eleştirmektir.

Son olarak; "İstanbul Takımları" tabirini de geçip olayı "Bizans" basitliğine indirgeyenleri de Ayetullah Bey'in; Ali Sami Yen'in, Baba Hakkı'nın ruhlarına havale etmek de en güzelidir.


Onur İNAL

#sanasozyinebaharlargelecek  

http://twitter.com/#!/pikuee

14 Ekim 2011 Cuma

Devletin Stadı'nda Olanlar

Bazı oyuncular vardır; ağzıyla kuş tutsa rakipleri tarafından sevilmeyen, her hareketine tepki gösterilen, zaman zaman hakarete maruz kalan. Bu konuda en belirgin örnek olarak Emre Belözoğlu'nu gösterebiliriz. Türkiye'ye dönüş aşamasında Fenerbahçe'yi seçtiğinden bu yana tepkinin her türlüsüne alışmıştır. Keza Volkan Demirel de toplu şekilde edilen küfürlerin odak noktasındaki isimlerdendir.

Sezon başına kadar Arda Turan da Fenerbahçe taraftarları için benzer konumdaydı, ancak bir farkla. Arda, Galatasaraylı Arda'yken tepki görür; milli formayı sırtına geçirdiği anda ise alkış alır, coşkuyla desteklenirdi. Tıpkı Bülent Korkmaz gibi, Hasan Şaş gibi. Yani olması gerektiği gibi.

Ancak son zamanlarda ters giden bir şeyler var. Milli forma dahi bazı tepkilerin önüne geçemiyor. Kulüp düzeyindeki karşılaşmalarda hayal kırıklığına uğrayanlar; kendilerine bu hayal kırıklığını yaşatanlara karşı duydukları nefreti milli müsabakalarda dışa vurmakta sakınca görmüyor. Bir kısım medyanın bir takım hesaplarla servis ettiği dayanaksız haberler; bir kesime dayanak olmuş durumda. Kendi peşin yargılarına, araştırmadan, aslını astarını öğrenmeden söz konusu medyanın servis ettiklerini ekleyenler; tepkilerini akıl süzgecinden geçirmeden yansıtıyor.

Ezeli rekabet adı altındaki karşılaşmalarda hüsrana uğrayanlar, içlerini soğutabilmek için çareyi "selam vermedi" gibi basit bir bahaneyle milli takım kalecisine küfür etmekte arıyor. Yine aynı kişiler, içinde bulundukları hezeyanla "devletin" stadında milli takımlarının kaptanını ıslıklıyor. Hiçbir taraftar grubunun tamamını temsil etmediğini düşündüğüm bu tipler; kendi takımlarında oynamaları durumunda deyim yerindeyse tapacakları oyuncuları farklı nedenlerin arkasına sığınarak yerden yere vuruyorlar. Tepki gösterdikleri oyunculardan herhangi birinin bundan olumsuz etkilenip skora yansıyacak bir hata yapması durumunda ise cezayı ülke futbolunun çekeceği gerçeğini ise umursamıyorlar; ya da cehaletlerinden ötürü bundan bi' haberler.

Futbolun doğası gereği var olan rekabet nedeniyle her zaman birilerine tepki gösterilmiştir, gösterilecektir de. Ancak ne oldu da birileri bu kadar yer-zaman bilmeden ıslık çalar, fütursuzca küfür eder oldu? Yine aynı kişiler biriktirdikleri kini milli maçlarda yansıtacak düzeye nasıl geldi? Bu kadar kin, hangi ara birikti? Ve bu kişiler, bu denli sorumsuz davranarak taraftarı oldukları camiaların adını  daha ne kadar lekeleyecekler? Henüz iddianamesi dahi ortada olmayan bir davanın bir takım iddialarına sığınanlar; yargının görevini yapmasını beklemek yerine daha ne kadar "Emek" kavramına; alın terine saygısızlık edecekler?

Akil düşünen rakip takım taraftarları üzerlerine alınmasınlar ancak; tüm bu soruların cevabı, milli müsabakalarda yapılan tüm bu kepazeliğin nedeni "kuyruk acısı" olabilir mi?

Ve son olarak; "Bu acı üfleyerek söner mi?"

Onur İNAL

#sanasozyinebaharlargelecek

http://twitter.com/#!/pikuee

9 Ekim 2011 Pazar

Fırfır Ekolü

Türk halkı olarak senelerdir milli takımı eleştiriyoruz. Hocayı eleştiriyoruz, kadroyu eleştiriyoruz, dizilişi eleştiriyoruz. Son 10 yılda 2003 Konfederasyon Kupası'nı saymazsak katıldığımız uluslararası turnuva sayısının 2 olması da bir yerde bu eleştirilerin haklılığını gösteriyor. Eleştiriler haklı fakat eleştirinin türü genellikle oynadığımız karşılaşmaya göre farklılık gösteriyor. Sorun kimi maçta bireysel, kimi maçta taktiksel. Ancak tüm bunların ötesinde, maçtan maça farklılık göstermeyen; genele sirayet eden ve en çok eleştirmemiz gereken unsuru da ufak detaylara takılmamız nedeniyle unutuyoruz.

En bilinen örneklerden yola çıkmak gerekirse; Almanya ve İspanya'nın ortak özellikleri nedir? Özellikle son 4 yılda; sürekli kafaya oynamalarının başlıca nedeni bireysel yetenekler yahut antrenörlerinin dünya standartlarının üzerinde olması mıdır? Eğer öyleyse; 2010 Dünya Kupası kadrosunun hücum hattında Messi, Tevez, Agüero, Higuain, Milito gibi isimleri barındıran Arjantin'in çeyrek finalde Almanya'ya gol bile atamadan elenmesi; ya da teknik patronluğunu Jose Mourinho'nun yaptığı Real Madrid'in; son yılların Barcelona'sı karşısında bir türlü tutunamamasını ne ile açıklayabiliriz?

Sadece Almanya, İspanya ya da Barcelona değil; Avrupa liglerinde yer alan çoğu takımın oynadığı futbol; kendi aralarındaki maçlarda her zaman olmasa da Avrupa arenasında rakibimiz olduklarında kendilerine gıpta ile bakmamızı sağlamıyor mu? Misâl; Arsenal'i 2008-2009 Şampiyonlar Ligi sezonunda Şükrü Saracoğlu Stadı'nda aldıkları 5-1'lik galibiyetten sonra Fenerbahçe taraftarlarına alkışlatan neydi?

Yazının başından bu yana sorduğumuz bütün soruların cevabı tek kelimelik aslında; "sistem". Bizim Türk futbol severler olarak herhangi bir Avrupa takımının maçını izlediğimizde en çok kullandığımız kalıp amiyane tabirle "Adamlar tık-tık oynuyorlar abi"dir. Çünkü en çok ilgimizi çeken şey saha içerisindeki hızları, paslaşmaları ve kimin nerede duracağını bilmesi; kimsenin sırıtmıyor olmasıdır. Bu da altyapı eğitiminden, erken yaşta futbolun gereklerinin öğrenilmesinden ve uygulanma becerisinden gelir. Arda Turan'ın Nisan 2010'da Tam Saha dergisine verdiği röportajda altyapı sistemini eleştirirken kullandığı "Bana hiç kimse 4-4-2'yi anlatmadı." şeklindeki ifade de Türk altyapı sisteminin halini özetleyebilecek en net örneklerden biridir.

Biz, Dünya Kupası 3.lüğü yaşadığımız Şenol Güneş'le Letonya'ya elendik, Ersun Yanal'la başarısız olduk. Fatih Terim'le Euro 2008'de yarı final gördükten sonra 2010 Dünya Kupası'na gidemedik. Şimdi bir kısmımız Guus Hiddink'i beğenmezken diğer bir kısmımız da suçu Oğuz Çetin'de buluyor. Ancak mesele ne Terim, ne Oğuz, ne de Hiddink. Sorun ne Volkan'ın ceza sahası dışından gol yemesi, ne Servet ve Gökhan Zan'ın yavaşlığı, ne de Mehmet Topuz'un, Necip'in milli takım kadrosuna alınmaması.

Biz, kulüp bazındaki altyapı sorunlarından kaynaklanan sistemsizlik nedeniyle en yetenekli oyuncularının dahi topu aldığı anda hızlı şekilde değerlendiremediği, ya da bunu karşılaşmanın geneline yansıtamadığı bir futbol karakterine sahibiz. "Tık-tık" oynayamıyoruz; hep "fırfır" yapıyoruz. Bunun meyvesini de milli düzeyde her 3 turnuvadan 2'sini kaçırarak, 1'ine ise katılırken 9 doğurarak alıyoruz.

Son birkaç turnuvanın eleme gruplarında bizim açımızdan olan biten hiç değişmedi ve biz "fırfır" yapmaya devam ettikçe de değişmeyecek. Yani teknik direktörümüz kim olursa olsun ve kadroya hangi oyuncular alınırsa alınsın; biz yine grupta seri başı konumunda olan takıma her 2 maçta yenileceğiz. Yine grubun en zayıf 2 takımından birine içerde-dışarıda fark atıp diğerinden ya güçlükle puan alıp ya da puansız döneceğiz. Ve yine Belçika-Norveç ayarındaki takımlarla çekişerek bir ihtimal o da güçlükle 2. olacak ve baraj maçına kalacağız. Hans; formalite amaçlı olduğunun bilincinde olarak takımının son maçını keyif yaparak izleyecek; bizim ise her zamanki gibi yine kritik 90 dakikalarımız olacak, ya da kaderimizi başkaları tayin edecek.

Sonuç olarak, teknik direktör değişikliği ya da kadro rotasyonları anlık çözümlerdir. Hiddink'in görevine son veririz, yarın Capello'yu, Mourinho'yu getiririz; ancak sistemsel sıkıntıyı çözemediğimiz takdirde öbür gün onları da küfür ederek göndeririz. Taraftar olarak detay eleştirileriyle anlık çözümlerin değil; genel eleştirilerle kalıcı çözümlerin peşine düştüğümüz bir futbol algısı dileğiyle;

"fırfır"sız kalın.


Onur İNAL
#sanasozyinebaharlargelecek

http://twitter.com/#!/pikuee

5 Ekim 2011 Çarşamba

Dikkat Et Necip!

Necip Uysal; Beşiktaş tribünlerini son yıllarda en çok umutlandıran genç futbolculardan, özkaynak ürünü. Kendi jenerasyonunda ve mevkisinde ise şimdiden yerli futbolcu denilince ilk akla gelen isimlerden.



Bildiğiniz gibi Necip, Gaziantepspor-Beşiktaş karşılaşmasında kırmızı kart gördü. Ardından Sporx’te yer alan maç detayı konulu haberlerin birine “Bu Ne Sinir Necip?!” şeklinde bir başlık atılarak Necip’in son 2 sezonda 3 kırmızı kart gördüğü vurgulandı. Hatırlayacağınız üzere; kırmızı kartların birini geçen sezon, cezasını Türkiye Kupası maçında çekmek için teknik heyet bilgisi dahilinde kasıtlı olarak görmüştü. Her ne kadar söz konusu hareket etik açıdan tartışmalara neden olabilir türden olsa da yazının konusu değil.



Necip’in bu noktada dikkat etmesi gereken önemli bir faktör var; “medya”. Çünkü spor medyamızın geneli, genç bir futbolcuyu parladığı ilk dönemde pohpohlayarak vitrine çıkarmayı sevdiği gibi, zamanla açıklarını yakalayarak bitirme konusunda da hevesli ve başarılıdır.



Necip dikkat etmelidir; çünkü kart görmeye devam ettikçe, bir süre sonra haberlerde kendisinden “agresif futbolcu” şeklinde bahsedilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun da ötesinde, medya eğer bulabilirse Necip’in açıklarını yakaladıkça verdiği haberlerin yanına sürekli olarak bir önceki yakaladıklarını iliştirecek ve kendince bir vukuat listesi oluşturacaktır. Ve oluşturduğu listenin ilk sırasında da muhtemelen geçen sezon bilerek gördüğü kırmızı kart olacaktır. Anlık hataları eleştirmekten çok tüm yakaladıklarını toplayarak eleştirinin dozunu arttıracak olması da malumunuzdur.



Seversiniz ya da sevmezsiniz ancak Emre’nin, Arda’nın, Kazım’ın her negatif hareketinin haberi verilirken yanına eski vukuatlarının da liste halinde iliştirildiğini ve eleştirinin zaman zaman lince dönüştürüldüğünü unutmamak gerekir. Necip’in sicili henüz temiz diyebiliriz, umuyoruz ki öyle de kalır ve basına malzeme vermez.



Henüz 20 yaşında; Ergün Penbe olmasını beklemiyoruz fakat “efendi” çizgisini bozmasın, geçen seneki kırmızı kart olayı gibi işlere girmesin ve Beşiktaş taraftarı desteğini esirgemesin, yeter.



Onur İNAL



#sanasozyinebaharlargelecek



http://twitter.com/#!/pikuee

30 Eylül 2011 Cuma

90+1


1 Ekim 2011 Cumartesi, esaretin, hasretin 91. günü. Bir başka deyişle, yani futbolun diliyle 90+1. günü. Öyle ya; ne de olsa olay “sadece” futbol’dan ibaretti; herhangi bir usulsüzlük, hukuk ayıbı yoktu işin içerisinde. Tek neden futboldu, biz de futbolun diliyle anlatalım istedik bir de.





18. şampiyonluktan yaklaşık 1.5 ay kadar sonra bir sabah; kendini topyekün Şükrü Saracoğlu’nda; bambaşka bir atmosferde buldu Fenerbahçe camiası. 3 Temmuz günü çalan ilk düdükle başlayan karşılaşma pek de normal sayılmazdı aslında. İlk dakikadan eksilmiştik; ortada 5 kırmızı kart vardı. Yeni transferlerimizden ikisi sahayı sedyeyle terk etmişti. Orta hakem Marcus Berk; otoritesini sahaya tam olarak yansıtıyordu, yan hakemin kaldırdığı bayraklar ise oldukça “organize”ydi. 4. hakemde de bir gariplik vardı; ilk dakikada sahanın karışmasının ardından olayı tribünlere “The End” yazılı tabelayı kaldırarak ifade etmesi de neyin nesiydi?








Ortada ses yoktu, görüntü yoktu; ancak maç sonuna kadar gizli kalması gereken ve henüz  doğruluğu onaylanmamış “ihraç” nedenleri; maçın daha henüz başlarında yazılı olarak dağıtılmaya başlanmıştı. Taraftarın protestosu yükselerek yeri göğü inletiyordu. Karşılığı ise diğer yan hakemin olanca çevik’liğiyle tribünlere gönderdiği biber gazı oldu. Fakat sesini yükseltti taraftar; susmadı. Sürekli hakemleri sorgulayıp rakip takımın ilginçliğinden bahis açtı.





Rakip karmaydı; her oyuncusunun forması farklıydı fakat yüklendikleri kale aynıydı. İşin ilginç tarafı, rakip takımın tribünleri de rengârenkti. Birbirleriyle her daim rekabette olan taraftarlar, konu Fenerbahçe olunca menfaat birliğine gitmiş ve “karma” takımlarını desteğe devam ediyorlardı.





Bu haliyle dahi zaten karışık olan saha içerisi, ilk yarının sonlarına doğru bir anda Korcan Çelikay’ın olmayan kız kardeşinin henüz üretilmemiş bir Mini Cooper’la sahaya girmesinin ardından iyiden iyiye arttı. İkramlık baklavalar, porsiyon porsiyon dönerler; sulanmak için tarlasından koparılıp getirilen ekinler ve “protokol bileti” süsü verilmiş deste deste paralar olmayan arabanın olmayan bagajından sağa sola saçıldı.





Fenerbahçe taraftarı sesini yükselterek bağırmaya başladı o esnada; çünkü ekinlerin çürük, dönerlerin bayat ve paraların sahte olduğu çabuk fark edilmişti. İlk yarı biterken sahadaki eksiklere rağmen yüreklerde maç sonuna dair “umut” vardı.





Fakat son gelişmeler üzerine Marcus Berk; 2. yarının hemen başında yayıncı kuruluşa yazılı bildiriyle “Çekmeyin kardeşim” dedi. Saha dışarısındakilere sunulması gerekenler sunulmuştu çünkü; bu noktadan sonra duyacaklarıyla kafaları karışabilir; hakem camiasına olan güvenlerini yitirebilirlerdi. “Kirli” propagandalarla başlayan maç yayını, tam zamanında kesilmişti.





O dakikalarda, Fenerbahçe’nin Avrupa takviminin gelip çatması nedeniyle karşılaşmaya ara verilmesi gerekiyordu, olmadı. “Gidemezsin” dedi Federasyon temsilcisi; “Dur bakalım, daha buradaki maçı kazanmadın.” Oysa ki henüz kaybedilmemişti bile; kaybedilmiş muamelesi yapıldı; sahadan çıkıp ülkeyi terk eden 5 oyuncuya da engel olunamadı haliyle.





Ve tribünler boşaltıldı ardından; “Gidin evinize, sokun kafanızı yastığınızın altına.” Dendi Fenerbahçe taraftarına. Gitmedi evine taraftar; bu sefer stadın önünde birikti; kadınıyla, çocuğuyla, erkeğiyle, yaşlısı-genciyle sesini, desteğini kaldırımdan gönderdi.





Bir gariplik vardı Fenerbahçe taraftarında; karşılaşmada farklı şekilde yenik olmalarına rağmen umut had safhadaydı, Fenerium’lar yağmalanıyordu misâl; maddi manevi destek vardı. Galibiyet garantilenmişçesine coşku vardı; normal şartlarda görülemeyecek ne varsa, Fenerbahçe taraftarında o vardı.





Öyle ki; Fenerbahçe’nin maçı kaybetmesi ihtimalindeki maddi kayıpları düşünerek şahsî menfaatleri doğrultusunda hakemlerden tavırlarını yumuşatmalarını dahi bekleyenler oldu rakipler arasından. Fakat Fenerbahçe taraftarından böyle bir talep yoktu; rakiplere “Hakkınızla yenin yeter” diyorlardı. Panik yoktu, öfke vardı. Üzüntü yoktu, tepki vardı.





90. dakikaya kadar susmadı Fenerbahçe taraftarı; ve duraklama anları geldi çattı. Duraklamaların ne kadar olacağı, maçın daha ne kadar uzayacağı belirsiz. Sahaya konfeti atılıyor sürekli. Tam temizlendi derken atılıyor, tam temizlendi derken atılıyor; 2006’daki gibi.





Ve yarın; 91. günde, Fenerbahçe - İ.B.B maçına gelecek olanlar unutmasın; her zamankinden farklıyız bu sefer, her zamankinden şiddetliyiz. 90+1. dakikada tepkileri doruğa ulaştırıp; maç bitiminde de staddan ayrılmadan devam ettireceğiz. Giy çubuklu’nu gel stada; unutma 12 Numara, sensiz 1 kişi eksiğiz..





Onur İNAL





#sanasozyinebaharlargelecek