16 Mart 2011 Çarşamba

Hay Mesut Özil Kadar..

Öfke, kin, nefret, hakaret.. Son birkaç aydır O’nunla ilgili okuduğum haberlerdeki yorumların çoğu bu saydığım öğelerden ibaret.. Yaptığı her güzel işin, attığı her golün peşinden bir linç hareketi. Faşizm kokan yorumlar.

Şimdi ben Mesut Özil'in durumunu anlama sıkıntısı olan arkadaşlar için burada bir kere daha anlatmak istiyorum.

* Öncelikle Mesut Özil dediğimiz adamın ülkesini sattığı falan yok. Hani doğma büyüme Türkiye'de olur da durduk yere teklif üzerine Alman millî takımını seçer anlarım. En azından mantıklı bulurum bu yorumları. Türkiye'nin adama Almanya kadar faydası dokunmamış bir kere!

* "Türk değil" diyenler var meselâ; sanki kafatası ölçümü yapmış, soy ağacını araştırmış gibi. Söz konusu arkadaşların çifte vatandaşlık denen kavramdan haberdar olmadığı da aşikâr.


*Almanya'dan, Hollanda'dan, İsviçe'den yorum yazıp Mesut'u kötüleyenler var bir de. Ben de o arkadaşlara buradan sesleniyorum. Madem Mesut'a Türkiye'yi tercih etmediği için hakaret ediyorsun; ben de kendi vatanın yerine oralarda yaşadığın için aynılarını sana iade ediyorum.

* Almanya-Türkiye maçında Mesut'u yuhalayan kitleye ne demeli peki? Oradaki arkadaşların kafalarının basmadığı nokta kendilerinin de Almanya'da yaşadıkları; ekmeklerini oradan kazandıkları. Madem onlar Almanya adına çalıştığı için Mesut'u ıslıklama hakkına sahipler. O zaman ben de onları eleştirme hakkına sahibim. Çalışmayın kardeşim Almanya'da. Alman ekonomisine katkıda bulunmayın siz de. Madem o kadar Türk'sünüz gelin vatanınıza hizmet edin! Tabi ki bunlar şahsî fikirlerim değil; olamaz. Ancak o kitlenin mantığından gidersek ortaya çıkan sonuç bundan ibaret.

* Mesut ile ilgili her haberin altında "Vermeyin şu adamın haberlerini. Bize ne kardeşim ondan?" şeklinde tribe girenlere ne demeli? Bak "Bize ne" demişsin zaten. Sana ne kardeşim? O kadar ilgisizsin madem, tıklayıp yorum yaptığın zamana yazık. Bir de sen öyle dedin diye Sporx'te bir daha Mesut haberi çıkmayacağını düşünüyor musun gerçekten onu da merak ediyorum aslında..

* Asıl vahim olan da bu "gazla çalışan" arkadaşların askerlikle futbolu birbirine karıştırması. Olayları bilmeyip sadece yorumlar üzerinden giden biri rahatlıkla Mesut'un Türk insanına kurşun sıktığını ya da Alman ajanı olup Türkiye aleyhinde propaganda yaptığını falan düşünebilir.

İşin başka bir ilginç kısmı da şu aslında. 22 yaşına kadar Almanya'da yetişmiş, oranın kültürünü benimsemiş, futbol disiplinini, futbol eğitimini almış birinden kolaklıkla bu saydıklarımdan vazgeçmesi beklenebiliyor. Bak diyorum ki adama topa vurmayı öğretenler Alman zaten. Hammadde Türk evet ancak onu işleyen, yetiştiren, hazır hale getiren de söz sahibi değil midir? "Mesut Türkiye'yi seçmiş olsaydı Alman'lara ayıp etmiş olmaz mıydı?" dediğimde de verecek cevapları yok iyi mi?..

Peki o zaman; filmi geri saralım. Mesut Türkiye'yi seçmiş olsun. Ne olurdu? Ürettiğim hayali senaryo üç aşağı beş yukarı şu şekilde:

* Bir kere muhtemelen dünya kupasına gidip vitrine çıkamazdı.

*Werder Bremen'den en fazla Dortmund-Fiorentina-Sevilla ayarında bir kulübe giderdi.

* 4-5 sene kadar sonra İstanbul'daki büyük kulüplerimizden biri uzun uğraşlar sonucu kendisini kadroya dahil ederdi.

* İç sahadaki ilk İ.B.B maçında oyundan alınırken tribünler tarafından ıslıklanırdı.

* Şu an kendisiyle ilgili haberlerin altına Almanya'yı seçtiği için küfürlü yorumlar yazan grup, bu sefer tuttukları takımın maçında kötü performans göstermesi durumunda küfür etmeye başlardı.

* Gözden düştükten sonra da sözleşmesi yenilenmediği için Gaziantepspor-Konyaspor ayarında bir kulüpte kariyerini noktalardı.

Abarttığımı düşünenler olacaktır, sorun değil. Belki biraz abarttım ama böyle bir potansiyel var. Bunlar imkansız durumlar değil. Bunu hepimiz biliyoruz.

Şimdi gidin, yüzünüze bi soğuk su çarpıp tekrar düşünün. Adam profesyonel futbolcu. Adam Real Madrid'de oynayan, bu sezon sürekli gol atan, asist yapan, Ronaldo ve Higuain'le birlikte takımı sırtlayan isim. Zonguldaklı bir maden işçisinin evlâdı eğer İspanya Futbol Federasyonu izin verseydi ciddi ciddi Real Madrid'in 10 numaralı formasını giyecekti beyler. Sene sonu giyer artık.

Eğer Mehmet Aurelio'yu milli takımda görmekten rahatsız olmuyorsanız; Kazım Kazım'ı Türk olarak görüyor ve bu durumu garipsemiyorsanız ya da İsrailli bir futbolcuyu taraftar olarak bağrınıza basabiliyorsanız Mesut'u vatan hainliğiyle suçlamanız iki yüzlülükten başka bir şey değildir.

Artık rica ediyorum şu saçmalığınıza bir son verin. Yalandan milliyetçilik yapmayın. Şurada Mesut'u kötüleyen herhangi birine senelik 5 milyon avro vereyim gel Alman vatandaşı ol oraya yerleş desem arkasına bile bakmaz; bir daha da Türk kelimesini kullanmaz.

O nedenle terbiyesizlik yapacağınıza alkışlayın. En azından Türkiye'ye gol attığında sevinmemiş olması aklınıza gelsin, sevmiyorsanız da saygı gösterin.

Ve son olarak kendi kendinize şu soruyu sorun: "Neden Gökhan İnler'e, Ekrem Dağ'a ya da Hakan Yakın'a tek kelime etmezken Mesut'a karşı bu kadar öfkeliyim?"

Cevabı "Yaptığı tercih sayesinde zirveye çıkması ve kaçan balığın büyük olması" olabilir mi?

Saygılarımla..

Fenerbahçe'li Gözüyle Ali Sami Yen Vedası..

Ali Sami Yen Stadı.. Ezelî rakibimin mabedi; kutsalı bir yerde. Aslında beni ilgilendirmemesi gereken bir konu, pek de umursamamam gereken bir mekan. Ancak içimde beni bu konuda birkaç satır karalamaya iten bir şeyler var.

Neydi Ali Sami Yen stadı bizlere, yani Fenerbahçe'lilere göre? Kıvırmak yok, açık açık yazalım. Beğenmediğimiz; yetersiz bulduğumuz, ufak bir harf oyunuyla halı saha benzetmesi yaptığımız köhne bir stad. Saraçoğlu'yla karşılaştırdığımızda tam bir facia. İşe endüstriyel futbolun penceresinden bakarsak hala da öyle orası bizler için. Ve belki az da olsa bir kısım Galatasaray taraftarı için. Ama bu yazıda endüstriyel pencereden bakmak yok; amatörce sevmeler var, taraftarlık var, ve aşk var. Ve ben bu yazıda rakibimin aşkını, tutkusunu ve bu staddan ayrılacağı için yaşayacağı üzüntüyü elimden geldiğince anlamaya çalışacağım.

Şükrü Saraçoğlu Stadı'na ilk gittiğim günü hatırlıyorum. Bir Gençlerbirliği maçıydı; lisedeydim. Yatılı okuldan izne gelmiştim. İçim kıpır kıpırdı; çünkü hep televizyondan izlediğim, hayran olduğum, tutkuyla bağlandığım formayı canlı canlı izleyecektim. Kapıdaki polis aramasını; bilet kontrolünü vs. sorunsuz geçtikten sonra stada girdim ve Migros tribününün merdivenlerinden çıkmaya başladım. Basamakları bitirdim; kafamı kaldırıp karşıma baktığım anda alt ve üst tribünlerin arasındaki boşluktan yeşili gördüm. O an benim için zaman durdu. 1-2 dk. orada durup seyrettim. Ardından tribüne çıktığımda gördüğüm manzarada tüylerimin diken diken olduğunu hatırlıyorum ki yazarken dahi kanım kaynıyor.

Şimdi ben konu Ali Sami Yen'ken neden bunları yazdım? Anlatmak istediğim şu; ben benim Fenerbahçe'yi sevdiğim kadar Galatasaray'ı seven insanların o stada hangi gözle baktıklarını anlıyorum. Kaldı ki ben tribüne her maç giden, kombinesi olan biri de değilim. Elim yettiğince işte.. Ancak insanın kendisini bir yere ait hissetmesinin nasıl bir şey olduğunu iyi biliyorum.

Biliyorum ki orası beton bir yapıdan ibaret değil onlar için. Genelde 2 haftada bir görebildiğin sevgilinle buluştuğun yer gibi işte. Hani çoğumuzun böyle sabit mekanları vardır ya bir hevesle gittiğimiz. O misâl. Orada çok güzel şeyler yaşamışızdır; belki de aşkımızı orada itiraf etmişizdir. Ve bir sebepten dolayı orası kapandığında üzüntü duyarız. Hatırası vardır çünkü.

Ve işte ben biliyorum ki Galatasaray taraftarı için Galatasaray bir sevgiliyse; Ali Sami Yen Stadı da sevgiliyle buluşulan "O ağacın altı"dır; bilmem neredeki simit sarayıdır ya da 2 sokak aşağıdaki parktır belki de. Eğer o mekândaki unutulmayacak anı ilan-ı aşk, evlilik teklifi ya da ilk öpücükse bunun Ali Sami Yen'deki karşılığı Real Madrid, Manchester United ya da belki de bir Fenerbahçe galibiyetidir.

Ve ayrılık zamanının burukluğu. Kendimle başbaşa kaldığımda düşünüyorum. Nice zaferler, sevinçler, kederlerin yaşandığı yerden ayrılacak olmak; dahası oranın yıkılacağını bilmek. Genç olanların ileride çocuklarına "İşte bizim mabedimiz burasıydı" deyip gösteremeyecek olmaları.. Bülent Korkmaz'ı artık daha da fazla özleyecekler belki de; Hakan Şükür'ü düşünüp iç çekecekler.. Yeni stad sevincinin yanında acıtan ayrıntılar olsa gerek bunlar.

Sanırım artık bir şekilde bağlamalı ve yazıyı sonlandırmalıyım. Galatasaray penceresinden bu kadar fazla bakmak benim için pek de iyi bir şey olmasa gerek..=) Saçmalamışsam kusuruma bakmayın; elimden geldiğince içimden geçenleri aktarmaya çalıştım. Tam anlamıyla ifade de edemedim gerçi ama en basit haliyle de olsa derdimi anlatabildiysem ne alâ..

Son olarak bu stad mevzusunun benim için en özet hali şudur;

Endüstriyel Futbol 1-0 Romantizm

Saygılarımla..

1091

Serbest çağrışım yoluyla 1071’i düşünüp bir zafer benzetmesi çıkacağını düşünen varsa baştan söyleyeyim ki değil. Sadece akşam üzeri okuduğum bir haberde gördüğüm bir rakam. Ne ile ilgili peki?

Uzatmadan girelim konuya. Habere denk gelen var mıdır bilemem ancak Adnan Polat’ın Erzurum Üniversiteler Kış Oyunları’nda başbakanla tokalaşabilmek, gönlünü alabilmek için yaptığı kilometredir 1091. Habere göre tokalaşabilmiştir de, ancak istediği sıcaklığı alamamıştır. Ardından da İstanbul’a geri dönmüştür.

Şimdi “E ne var bunda? Yazacak bunu mu buldun?” diyebilirsiniz. Aslında ben de bir an yazıya nasıl devam etsem, konuyu nasıl bağlasam bilemedim. Ancak şu satırları yazarken Adnan Polat’ın son dönemdeki bazı tavırlarının nasıl başbakana benzemeye başlattığını farkettim. Başbakan’ın kendisini protesto eden öğrencilere “Ergenekoncu” muamelesi yapması ile Adnan Polat’ın açılışta protesto edenler için kullandığı “provakatör” tabiri benzeşiyor diye düşünüyorum. Veya 4 sene kadar önce Mersin’de başbakandan azar işiten çiftçi ile bu seneki maçlardan birinde Ali Sami Yen çıkışında yanında hamile eşi varken Adnan Polat’tan fırça yiyen taraftar arasında konum itibariyle ne fark var diye soruyorum kendi kendime.

Ve Adnan Polat nereye gidiyor? Ne yapmaya çalışıyor anlayamıyorum. Açılışta yaşananlar için başbakandan özür dilemesi normaldir, hatta ev sahibi olmanın bir gereğidir de. Ancak olayı daha da ileri götürerek kendi taraftarını polise ihbar etmesine, protesto edenlere kin gütmesine bir Fenerbahçe taraftarı olarak ben bile tahammül edemiyorum. Başbakanın gönlünü almak için gösterdiği çabanın onda birini taraftarının gönlünü almak için harcamış mıdır? Galatasaray’ın eski başkanlarının Adnan Polat’a destek verdiğini yazan haberler görüyorum ancak ne önemi var? Adnan Polat isterse 10 tane seçimi peş peşe kazansın. Kulübü asıl sahibi ve tek kalıcı gücü olan taraftarın desteğini alamadıktan sonra divan kurulunda alkışlansa ne olur?

Bana göre artık iş işten geçti; ağzıyla kuş tutsa taraftar onu affetmez ancak kendisinin yine de çabasını bu yönde harcaması gerekmez mi? İşadamı olarak çaptan düşmemek için mi taraftarını bu kadar karşısına alabildi onu düşünüyorum haliyle herkes gibi.

Ve son olarak.. Bu konu ile ilgili yazdığım 2. yazı bu. Çok ekstra bir durum olmadıkça da artık ilgilenmem sanırım. Ama kaç gündür de soruyorum kendime. Ultraslan bile protesto hakkını kullanan taraftarlara sahip çıkmak yerine kınama mesajı yayınladıktan sonra; elalemin derdi beni mi gerdi?

Saygılarımla..

Çünkü Biz..

Medical Park Antalyaspor – Fenerbahçe maçının 2. yarısını izleyebildim sadece. Yolda olduğum için ilk yarıda radyoyla yetindim. Eve geldim; maçı izlemek için kahveye gittim. Kahvede kaldığım süre altı üstü 45 dakika. Ve bu sürede senelerdir bu tip ortamlarda değişmeyen şeyi bir kere daha anladım. Fenerbahçe taraftarının tepkileri.

Ülkemizde toplu olarak maç izlenen çoğu yerde benzer tepkilerin verildiğini düşünerek yaptığım genelleme üzerine de üç beş satır karalamak istedim haliyle.

Farkettim ki;

Bu ülkede Emre Belözoğlu sahada her maç kendini yırttığı halde onu hala kabullenememiş Fenerbahçeli var.

Bu ülkede hala yenilgi alınan herhangi bir maçı Selçuk Şahin’in 5. dakikada yaptığı top kaybına bağlayan Fenerbahçeli var.

Bu ülkede hala “Mehmet Topuz bir hata yapsa da bassam kalayı” diye pusuda bekleyen Fenerbahçeli var.

Bu ülkede hala Semih’in bir işe yaramadığını düşünen ve buna rağmen futboldan anladığını iddia eden Fenerbahçeli var.

Bu ülkede hala maç 5-0 olmuşken gol kaçıran futbolcuya ana avrat söven Fenerbahçeli var.

Bu ülkede hala herhangi bir nedenden ötürü Alex’e küfür etmekten utanmayan; sürekli Alex’in koşmadığından dem vuran; işin daha da vahim kısmı yaşlandığı için koşamadığı tezini öne süre Fenerbahçeli var.

Anlayacağınız var oğlu var. Her tipten, her çeşitten insan var. Nasıl toplumda farklı fikirler varsa; taraftar kitlelerinde de var. Yani olması gerektiği gibi. Şimdi diyebilirsiniz ki “Sana ne kardeşim adamın kahvede verdiği tepkiden, ettiği küfürden? Takıma ne zararı var?” He işte o zaman ben de derim ki “Tribündeki taraftar gökten inmiyor. Oradakilerin en az yarısı yukarıda saydığım kitlenin toplamı. Geri kalanı da biraz sen, biraz ben, biraz o.”

Oradakiler bizleriz. Zamanında 0-3’lük yenilgiden maç kazandıran da bizlerdik. Ancak son yıllarda kötü giden bir maçta takımı daha kötü hale getirenler de bizleriz. Tahammülsüzlüğümüz arttıkça tepkilerimiz de arttı. Peki ben nereden vardım bu kanıya?

Çünkü biz; rakip takım 4-5 kişiyle pres yaptığında dahi geri pas yapıldığında bunu korkaklık olarak algılayıp anında yoğun tepki gösteren bir kitleyiz.

Çünkü biz; beceriksizliğini bir yana bırakıp da insanî yönden bakmamız gerekirse Güiza’yı ağlatan bir kitleyiz.

Çünkü biz; 3 farkla öndeyken hatasından gol yediğimiz Bilica’yı ıslıklayan bir kitleyiz.

Çünkü biz; hata yapan futbolcuyu ıslıkladığımızda zaten bozuk olan moralini iyice sıfıra indirip hata yapmayacağı bile varsa bu yüzden rakibe bir asist daha yapabileceğini akıl edemeyiz.

Çünkü biz; takım kötü durumdayken elde ettiğimiz protesto hakkını kullanmak için doğru zaman olan maç sonunu bekleyemeyiz; maçın ortasında kelle isteriz.

Çünkü biz; son yıllarda eskisi gibi maç kazandırmak yerine takım kötüyken daha da batırmayı sever olduk nedense.

“Hep destek tam destek” diye bir slogan çıkarmışızdır ancak yenilen ilk golde unuturuz. Deniz Barış’ı sağ açıkta oynatan Daum’a tepki göstermek yerine sağ açıkta oynayamayan Deniz’e küfür ederiz. Ruhsuz futbolculara; mücadele edilmemesine tepki göstermekte tabi ki haklıyız ama diyorum ya; maçın sonunda doya doya protesto etmek yerine maçın ortasında köstek olmaya başlarız. Alkmaar maçında Alex’i yuhalamışlığımız vardır bizim; var mı ötesi?

İşin en ilginç kısmı da Aziz Yıldırım bize müşteri muamelesi yaptığı için kızarız; ancak stada gider gitmez de müşteri gibi davranırız. Çünkü bastırmışızdır parayı; sanki bilet fiyatını futbolcular belirlemiş gibi onlara kızarız, karşılık bekleriz.

Çünkü biz; Fenerbahçeliyiz.. Bir zamanlar maç kazandırırdık; ancak maalesef son yıllarda ayrı cinsiz..

Saygılarımla..

Oldu; Başka?..

Türk Telekom Arena'nın açılışında yaşananları medyadan takip ettik. Başbakan'ın ıslıklanması; ardından stadı terketmesi vs. vs.. Önce Göksel Gümüşdağ'ın sert tepki içeren konuşması ortaya çıktı. Ardından da Adnan Polat yaşananlardan ötürü özür diledi.

Buraya kadar her şey normal. Özür dilemesi zaten ev sahibi oluşunun gereğindendir. Ama ya diğer söyledikleri? Şunlardan başlayalım isterseniz. "Ancak burada kendisine Galatasaray taraftarı dahi diyemeyeceğim bazı insanların yapmış olduğu tepkiler nedeniyle doğal olarak stattan ayrılma mecburiyeti hissetti ve ayrıldı. Burada tepki yapan kesimi de ben Galatasaraylı olarak addetmiyorum." Nedir bu? Ne demektir bu sözler? O Galatasaray'lı değil bu Galatasaray'lı değil. Zaten stadın en az yarısı bu protestoya katılmış. Kim Galatasaraylı peki? Kendi taraftarınıza provakatör muamelesi yapmanız ne kadar doğru Sayın Polat?

Gelelim işin vahim kısmına. Demecin kalanında ""Maalesef suiistimal edenler var. Böyle muhteşem bir geceyi bozanlar var. Kim olduklarını tespit edeceğiz ve gerekeni yapacağız" şeklinde bir ifade yer alıyor. Kim oldukları tespit edilecekmiş. Nasıl tespit edeceksiniz? Diyorum ya kaç bin kişi var kim bilir. Hangi birini tespit edeceksiniz? Hadi diyelim ki tespit ettiniz. Ne yapacaksınız Sayın Polat? Bu ülkede protesto hakkı diye bir şey var. Her ne kadar buram buram faşizm kokan engellemelerle karşılaşılsa da bu ülkede kağıt üzerinde de olsa bir protesto hakkı var. Ortada küfür yok, fiziksel müdahale yok. Islık çalıp yuhalayan taraftara ne yapabileceksiniz Sayın Polat? Kombinelerini mi iptal edeceksiniz? Stada giriş yasağı mı uygulayacaksınız? Buyrun yapın yapabiliyorsanız. Yapın da size karşı dava açıp çatır çatır kazansınlar. Ayrıca iddia ediyorum ki bu tipte cezalara maruz kalanlar olursa Galatasaray taraftarının tepkisi sert olur. İşi boykota kadar vardırabilirler.

O nedenle benim size haddim olmayarak da olsa naçizâne önerim yarın sabah sakin kafayla tekrar düşünmeniz ve olmayacak kararlar almamanızdır. Taraftarla aranızdaki açıklık uçuruma dönüşürse kaybeden her türlü siz olursunuz.

Saygılarımla..

Aykut Hoca yatarak mı girsin?

Futbolun yalnız adamları genellikle kaleciler olarak tanımlanır. Üç direğin arasına; altı pasın içerisinde kadeleriyle başbaşalardır falan filan. Halbuki kalecilerin sorumluluğu paylaştıkları kişiler vardır illâ ki. Gidip de 30-40 metreden gelen topu içeri almamışlarsa defans oyuncularının da yenen gollerde payı olur. Her yenilginin sorumlusu onlar değillerdir en azından.

Peki ya teknik direktörler öyle mi? "Yalnız adam" tanımına asıl uyanlar onlar değil mi? Yenilgilerin, sezon sonu başarısızlıklarının faturası hep onlara kesilmez mi özellikle de büyük kulüplerde?

Konumuz Aykut Kocaman; merak etmeyin körü körüne savunacak değilim. Yapmak istediğim sadece biraz sağduyu çağrısı. Çünkü eleştirilerin dozu kaçmaya başladı bana göre.

Hoca eleştirilebilir; yerden yere de vurulabilir kabul. Buna bir itirazımız yok. Ancak her kötü sonucu direkt hocaya bağlamak ne kadar doğru? İki farklı maçta aynı hamleleri yaptığı halde maçların sonuçları farklı diye birinde hocayı "kral" yapmak, diğerinde "rezil" etmek ne kadar mantıklı? Bu sorunun detayını "Alex'in Çıkması & Selçuk'un Girmesi.." başlıklı yazımda bulabilirsiniz. http://my.sporx.com/blog.php?action=read&id=3347

Normal lig maçlarında, Avrupa kupalarında, derbilerde teknik hatalar sonuca olumsuz etki edebilir ya da doğru hamleler maç kazandırabilir. Peki ya bariz oyuncu hatalarından yenen gollerle kaybedilen maçlar? Ankaragücü maçında Sestak'ın 50 metrede 4 kişiyi çalımlayarak attığı golde Aykut Kocaman Sestak'a yatarak girmediği için mi suçlu oldu? Ya da Bucaspor maçı. Manucho defansı ipe dizerken hoca ruhanî gücünü(!) kullanarak mı müdahale etmeliydi? Bu ve bunun gibi maçlarda Hoca'yı acımasızca eleştirmek neden?

Ya Yeni Malatyaspor maçı? Yanlış anlamayın rakibin mücadele gücünü, hırsını, yüreğini küçümsüyor değilim. Ancak kulüpleri karşılaştırdığımızda kalite farkı belli, klasman farkı belli. Hangi hatalı taktik bu maçın izahı olabilir? Aykut Kocaman'ı özellikle bu maç için suçlayan arkadaşlara soruyorum. Emre, Semih, Niang, Mehmet, Lugano gibi oyunculardan kurulu bir takıma verilebilecek en kötü taktiği verseniz bile bu maçın kaybedilmesi mantık dahilinde midir? Bu maçta dahi hoca mı suçludur?

Bakın benim Aykut Kocaman ile ilgili tek bir eleştirim var bu maç için. Mesaim nedeniyle maçı izleyemedim. Radyodan takip ettim. Sanırım 2. golden sonra Caner'in yerine Andre Santos oyuna girdi. Ben taraftar olarak Santos dururken Caner'in oynamasına karşıyım. Çünkü savunma yapamadığı düşünülen Santos'un yapamadığı savunmayı Caner de yapamıyor. Ancak Santos'un hücum gücü de Caner'de yok. Hoca'nın Santos ile arasındaki mevzuyu da biliyoruz ve ben haddim olmayarak bu konuda hocayı haklı buluyorum tabi ki. Kızağa çekmesi mantıklı. Ancak böyle bir karar almışken Santos'u golden sonra kurtarıcı olarak oyuna alması da beni şaşırttı. Madem ki Santos'a sarılacaktı; iş zora girmeden ilk 11'e alsaydı. Ya da keşke aldığı kararın arkasında dursaydı. Son okuduğum habere göre de Santos'un özür dilemesiyle bu sorun aşılmış. Umarım da öyledir.

Fazla uzatmadan; diyorum ya bu tip maçlarda ancak böyle eleştirileri anlarım. Çünkü bazı maçları formanın kazanması gerekir. Oyuncu savaşmayınca taktik ne olursa olsun elde patlar. Bu nedenle suç bana göre biraz da oyuncuda aranmalıdır. Ben buradan en azından sene sonuna kadar herkesi sağduyulu olmaya ve Aykut Kocaman'a destek vermeye çağırıyorum. En azından şu an yerine gelebilecek çapta birinin zor bulunacağını düşünerek desteğimizi esirgemeyelim lütfen.

Saygılarımla..

118*29 - Bilinmeyen Kupalar Servisi

Nedensiz bir keyfiyet içindeyim dün akşamdan beri. Aslında keyfiyetten ziyade kayıtsızlık. İnternette dolaşan kupa geyiklerine en az "diğerleri" kadar gülüyorum; hatta paylaşıyorum bile başlıktan da anlaşılabileceği üzre. Gören de zanneder ki finale falan çıkmışız kupada. Halbuki bilmiyorlar sıkıntı yapmamamın asıl nedeni de bu zaten. Temiz temiz daha işin başında kaybolmuş olmamız.

Açayım mevzuyu isterseniz. Özellikle son yıllarda yaşadığımız kupa hüsranlarının ortak noktası neydi? Kupaya yakın noktalarda; bazı bazı yarı finallerde özellikle de finalde kaybetmemiz. Takır takır maç kaybetmeden elimizi kolumuzu sallaya sallaya finale kadar geliyorduk hatırlasanıza.. Her sene aynı muhabbet "Bu sene tamamdır; kesin bizim." E sonuç? Yıkım, hüsran ya da her neyse işte adını siz koyun. Bir şekilde hep "negatif" O noktaya kadar harcanan emek, enerji, heyecan, coşku.. Ve bir anda tamamının yerle yeksan olması. İşte bu üzer, bu moral bozar belki de travma yaşatır. Rakiplerin kupa geyikleri de üzerine tuz biber eker.

Peki bu sene ne oldu? Daha grup aşamasında Ankaragücü, Bucaspor ve Yeni Malatyaspor(Allah'tan ki "yeni") maçlarında olanlar oldu. Biz fazla heveslenmeden konu kapandı.

Bunu neden söylüyorum? Çünkü Nisan-Mayıs aylarında yaşanacak bir hüsran eğer o aylarda şampiyonluk iddiamızın devam etmesi durumunda takıımı olumsuz etkileyebilirdi. Bu durumun yarattığı deprem şu an şiddetli. Ancak atlatmak ve lige konsantre olmak için vakit var henüz.

Şimdi gelelim bu yazdıklarım için "züğürt tesellisi" diyecek olan arkadaşlara. Ben kupayı önemsemiyor falan değilim. Ancak olay o kadar traji-komik bir hale büründü ki artık sinir falan kalmadı. Kızacak köpürecek bir durum yok ortada artık. Ne ilk hüsran ne de son. Neden ben de bu işin keyfini çıkarıp biraz eğlenmeyeyim ki? Türkiye kupası dediğimiz şeyin bizim açımızdan önemi hasret kaldığımız yılların uzunluğundan ibarettir. O nedenle kazanılacak ilk kupa da semboliktir. Bir 50 yıl daha bizi idare eder.

Ve son olarak.. Fenerbahçeli arkadaşlarıma seslenmek istiyorum. Allah gecinden versin kupayı görmeden ölürüz falan diye üzülmeyin. Şayet o durumda bize öbür tarafta kabir azabı yok. Bu dünyada çekeceğimizi çektik zaten..;)

Saygılarımla..

Not: Aykut Kocaman yine yerden yere vuruluyor bu maç nedeniyle. Niyetim hocayı körü körüne savunmak olmasa da üç-beş satır karalayacağım bununla ilgili.

Galatasaray'lılar Şimdi Ne Diyecek?..

Bu yazı klasik bir Kazım eleştirisi ya da bu transferle ilgili etik sorgulaması içermemektedir.

Ne içermektedir peki? Kısa yoldan gireyim konuya. Kelepçesiydi tavırlarıydı bilmem nesiydi o şu an için Galatasaray'lı arkadaşları ilgilendirir. Bizden geçti gitti. Bundan sonra benim merakla beklediğim şey Galatasaray'lı arkadaşların Kazım milli takıma çağırıldığında takınacakları tavırdır.

Bundan önce nasıldı? Anlatmaya gerek yok sanki ama yine de anlatayım. Yaklaşık son 2 senede her milli takım kadrosu açıklandığında kızılca kıyamet koptu. Gökhan Zan ya da Selçuk Sahin'in milli takıma çağırılmasını sorgulamayan arkadaşlar sürekli Kazım'ın milli takımda işi olmadığını savundular. Euro 2008'de 3 gol atan Semih'in bizde banko oynamadığını çok iyi bilen arkadaşlar Kazım'a olan tepkilerine gerekçe olarak bizde kadroya girememesini gösterdiler. Milli formayı ıslattığı maçlardaki katkısını görmezden geldiler. Bileklerini unuttular; yeteneğini yok saydılar. Üstelik Fenerbahçe'de çoğu zaman göstermediği mücadeleyi milli takımda gösterdiği halde sadece kulüp renginden ötürü kin beslediler.

Peki bundan sonra ne olacak? Önümüzdeki ilk milli maçın kadrosu açıklandığında eğer Kazım'ın ismi mevcut ise ne olacak? Galatasaray'lı arkadaşlar yine "ya ne işi var Kazım'ın milli takımda" türü ve daha ötesinde tepkiler verecekler mi yine? Hiddink'in futbol bilgisi ya da Oğuz Çetin'in katkısı sorgulanacak mı? O arkadaşlar aynı cesaretle Kazım'a yine milli düzeyde tepki gösterebilecekler mi?

Bakın kastettiğim şey "Ya bu aralar pek formda değil; alınmayabilirdi" türünden göstermelik yorumlar değil. Bana "Ama işte bizde düzelirse seçilir niye seçilmesin bık bık bık" demeyin. Zaten epeydir sallantıda olan milli takımda çoğu isimden daha iyi performans gösteriyordu zaten. Siz kadro açıklandığında yine aynı kini kusabilecek misiniz Kazım'a? Ya da senelerce alınmasın diye yırtındığınız adam alınmazsa "Niye alınmadı?" diye sorabilecek misiniz?  Sayfalarca nefret dolu yorum yazabilecek misiniz?

Ben kendi adıma böyle bir şey olmayacağını düşünüyorum. Çünkü ben Fenerbahçe'de oynarken sürekli devşirme olduğundan dem vurulan Mehmet Aurelio'nun Beşiktaş'a geçtiğinden beri bir kere bile olsu bu tarz bir eleştiriye tabi tutulmadığını görüyorum.

Hazır yeri gelmişken Kazım hakkındaki düşüncelerimi de söyleyeyim olsun bitsin. Hatası yanlışı kendisini ilgilendirir. Ben taraftar olarak Kazım'ı izlerken çoğu zaman zevk aldım. Yer yer kayıtsızlığına, acemi tavırlarına öfkelendim evet ancak belki kendisinin bile saygı duymadığı o yeteneğine hep saygı duydum. Havadan uzun atılan paslarda topu tüy gibi kontrol edişini hayranlıkla izledim. Driblinglerini, tarzını hep Anelka'ya benzettim. Eğer biraz işini ciddiye alsaydı ileride Anelka'dan daha iyi olacağını düşündüm. Başımıza Türkiye'nin en iyi yerli oyuncusu(!) yapılan Arda'dan hem fizik hem de teknik olarak daha iyi olduğunu savundum durdum hep.

Ve ezelî rakibime transfer oldu diye fikirlerimden vazgeçecek değilim.Kazım bonservis bedeli olmaması nedeniyle risk almaya değer bir oyuncudur. Takım zaten şu an daha fazla dibe vuramayacağı için işlerin kötüleşme değil; düzelme ihtimali bile vardır. Ve Kazım bu son şansı iyi kullanırsa Galatasaray'da iz bırakabilir.
Bu vesileyle Galatasaray camiasına bir kez daha hayırlı olsun diyor ve şu soruya dönerek yazıyı noktalıyorum;

Milli takım mevzusu ne olacak?..

Saygılarımla..

15 Mart 2011 Salı

Alex'in Çıkması & Selçuk'un Girmesi..

Bu yazının amacı körü körüne Aykut Kocaman savunuculuğu yapmak vs. değildir. Medyamızdaki, manşetlerimizdeki iki yüzlülüğü ve taraftara devamlı pompalanan nefreti ön plana çıkarmak istiyorum elim yettiğince.

Malumunuz hepimiz skor yazarlığından şikayetçiyiz. Eğer İstanbul'un büyük diye tabir edilen takımları yenilmişlerse teknik patronları mutlaka hatalıdır. Özellikle dikkat çekmek istediğim şey; yani skor yazarlığı kavramını en iyi anlamamızı sağlayacak olay hemen hemen her maçta Fenerbahçe takımında aynı bölgede, aynı dakikalarda ve aynı oyuncular kullanılarak yapılan ya da yapılmayan değişikliktir. Hangi bölgeden ve kimlerden bahsettiğim de âşikar..

Örnekler üzerinden gidelim; maçlar ve skorlar tamamen hayal mahsulüdür. Yanlış anlaşılma olmasın.

1) Fenerbahçe - Manisaspor: 1-0 Fenerbahçe üstünlüğü ile giden maçta dakika 70 civarı Alex oyundan alınır ve yerine Selçuk Şahin girer; göbek üçlenir; Niang ileride tek kalır. Şimdi bu dakikadan sonra maçın seyri;

a) Fenerbahçe kalan dakikalarda skoru korur(belki bir gol daha bulur) ve maçı kazanır.

b) Fenerbahçe kalan dakikalarda skoru koruyamaz; berabere kalır ya da maçı kaybeder.
Şimdi geldik asıl önemli noktaya. Ertesi gün gazetelerin spor sayfalarındaki maç haberinde yazılacak cümleler oynanan oyuna değil o iki seçenekten birine; yani skora bağlıdır. Kırılma noktası da elbette ki Alex-Selçuk değişikliğidir. 

Şimdi hangi seçenekte neler olur hep birlikte bakalım.

a) Fenerbahçe baştan sona üstün götürdüğü karşılaşmayı 1-0 kazandı. Aykut kocaman 72. dakikada yorulan Alex'in yerine Selçuk'u sahaya sürerek orta alanı güçlendirdi ve skoru koruyarak istediğini aldı. Başarılı teknik adamın bu hamlesi galibiyette önemli rol oynadı. (Yani maçı Aykut Kocaman kazandırmıştır)

b) Fenerbahçe ile Manisaspor arasında oynanan müsabakanın 2. yarısına Fenerbahçe teknik direktörü Aykut Kocaman'ın teknik hataları damgasını vurdu. Fenerbahçe'nin 1-0 öne geçtiği karşılaşmanın 72. dakikasında Alex'i çıkarıp yerine Selçuk'u oyuna alan Kocaman; takımını geriye yaslayarak adeta intihar etti. bıdı bıdı bıdı bıdı.. (Ve bu, sene başında Avrupa'dan elenmekten tutun da ligde geçmiş haftalarda yaşanan kayıplara kadar gider; Aykut Kocaman'la bu işin olmayacağı iyice vurgulanır)

Şimdi 2. örneğimize geçelim;

2) Kayserispor - Fenerbahçe: Fenerbahçe yine tek farkla öndedir; 1-2 değişiklik yapılır ancak Alex'lik bir durum yoktur; göbek üçlenmez. Önümüzde yine 2 seçenek vardır;

a) Fenerbahçe kalan dakikalarda skoru korur(belki bir gol daha bulur) ve maçı kazanır.

b) Fenerbahçe kalan dakikalarda skoru koruyamaz; berabere kalır ya da maçı kaybeder.

Yani o hemen hemen her hafta polemik konusu yapılan değişiklik yapılmamıştır. Gerçekleşen seçeneğe göre yine gazetelere bir göz atıyoruz.

a) Bu seçeneğin gerçekleşmesi durumunda bir sorun yoktur. Alex galibiyette başrol oynamıştır; Aykut Kocaman yerinde değişiklikler yapmıştır.

b) Fenerbahçe kan kaybetmeye; Aykut Kocaman ise kenardan izlemeye devam ediyor. Yanlış oyuncu tercihleri; zamanında yapmadığı müdahaleler ve 60'tan sonra pili biten Alex'e 90 dakika tahammül etmesi artık çanların Kocaman için çalmaya başlamasına neden oldu. bıdı bıdı bıdı bıdı..

Şimdi ben bütün bunları niye yazdım? Bu yazı sadece Fenerbahçe'yi kapsayan bir yazı mı? İlk bakışta öyle; ancak Galatasaray ve Beşiktaş için de aynı olmasa da benzer durumlar geçerli. Hagi ve Schuster de aslında kazansalardı övülecekleri hamleler yapıp tutmayınca eleştiri oklarının hedefi oluyorlar; olacaklardır da. 

Okumadıysanız bir göz atın; yazmıştım. Barcelona'yı getirip bu 3 takımdan birinin formasını giydirin; medyamız maksimum 3 ayda Real Madrid'in yapamadığını yapar ve o mucizevi oyun sistemini çökertir. http://my.sporx.com/blog.php?action=read&id=1626

Ben kendi adıma aynı renge gönül verdiğim taraftar arkadaşlara birkaç kelâm ederek noktalayayım bu yazıyı. 

Aykut Kocaman'ı yetersiz bulabilirsiniz, eleştirebilirsiniz, sevmeye de bilirsiniz. Ancak bunu kendi fikirlerinizle, kendi görüşlerinizle yapın. Sırf medyada böyle yorumlandı diye Selçuk-Alex değişikliği yüzünden hocaya vurmayın ki medyanın istediği de budur. Ligin ilk yarısında 1-1 biten Beşiktaş maçının 2. yarısında Schuster Aurelio'yu çıkardığında Stoch'u oyuna alıp orta sahası zayıflayan Beşiktaş'a yüklenmediği için ne eleştiriler yaptık ben de dahil. O maç kazanılsaydı yukarıdaki örneklerde olduğu gibi Aykut Hoca Cristian hamlesiyle kahraman olacaktı. Aklınızda bile yokken yoktan yere hocayı suçlu ilân etmelerine zemin hazırlamayın; zokayı yutmayın. Çünkü aynı gazete bir hafta sonra kazandığımızda o değişiklikle Aykut Kocaman'ı kral yapacaktır; unutmayın.

Ve son bir şey; Ankaragücü maçında Sapara; Bucaspor maçında da Manucho 3'er 4'er kişiyi çalımlayıp gol atarken/attırırken kademeye girip yatarak müdahale etmesi gereken Aykut Hoca değildir; bunların da lütfen farkına varın.

Saygılarımla..

Tatar Ramos!..

Tekme..

Tokat..

İtiş-kakış..

Merak etmeyin; "Sahalarda görmek istemediğimiz türden hareketler bunlar" klişesini yazmak derdinde değilim. Ben bugün becerebilirsem Ramos'un o maçta neyi temsil ettiğini yazacağım..

El Clasico'nun sonucu malumunuz; Barcelona artık işin suyunu iyiden iyiye çıkardı. Geçmiş yıllardaki 2-6 biten maçın aksine bu sefer pek fazla top da göstermedi Real'e. Uzun lafın kısası Barcelona resmen çaresiz bıraktı Real Madrid'i. İşte doğru kelimeyi buldum sanırım. "Çaresiz"

Sergio Ramos'un maç sonu ortalığı nasıl birbirine kattığını tekrar tekrar izledik. Peki Ramos basit bir faulden sonra üzerine gelenlere sinirlendi de mi Puyol'u yere yıktı sanıyorsunuz? Ramos kastî yapmadığını ifade etmiş. Doğrudur; niyeti sakatlamak olmayabilir. Kimseyi böyle bir suçla itham edemem kesin olarak inanmadan. Ancak ben "O hareket topaydı; yanlışlıkla tekme attı" da diyemem.

Gözünüzde canlandırın şimdi. Maç sonu gelmek üzere; skor 5-0. Her şey bitmiş, paramparça olmuş resmen. Ve Messi'nin maç başından beri yaptığı gibi top ayağında kopup gitmesi; ardından Ramos'un takibi ve müdahalesi. Arkadan geldiği halde ayağını önünde duran topa vuracakmış gibi kaldırıp tekmeyi direkt olarak bacağa sallaması.. Barca'lıların ve hakemin olay yerine koşması ve durun. O anda Ramos'un yüzüne dikkat edin; ifadesiz. Donuk. O donuk ifadeyle önce Puyol'u yere yıkması; ardından hakem kırmızıyı çıkardığı anda sırtını dönüp devam etmesi. Sahadan çıkarken çizgide Xavi'nin suratına yaptığı müdahale.

Kare kare aklımda. Sergio'nun onları yaparken ne kavga amacı var; ne olay çıkarma. Çünkü o ne olursa olsun Sergio o an o sahadan bir an önce ayrılma derdinde. Barca'nın bitmek bilmeyen işkencesinden bir an önce kurtulma; daha büyüğünü çıkarma pahasına mevcut rezaletten kaçma derdinde. Ve eminim ki Messi'ye tekme atmadan önce "Başlarım sizin oynayacağınız topa ulan!" demiştir. Hatta Türk olsa muhtemelen Puyol'u yüzünden iterken Ramos'un dudaklarından "Yürü git lan" cümlesinin çıktığını okuyabilirdik. Xavi'yle kapışırken de "Hadi lan oradan" derdi mesela. Çünkü olan olmuş; umurunda değil hiçbir şey.

Sakın ola ki Ramos'u haklı bulduğumu veya desteklediğimi zannetmeyin bu yazdıklarımdan. Kastettiğim şey tam olarak şu; hani Real Madrid "çaresiz" kaldı ya o maçta; işte Ramos tek başına Real Madrid'in o "çaresiz" halinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Onun yaptıklarına bakmak Real Madrid'in halini, bitmişliğini, pes etmişliğini, artık hiçbir şeyi umursamayacak bir noktaya gelmişliğini görmek için yeterlidir.

Benim için maç sonu olaylarının anlamı budur; sürç-i lisan ettiysem affola.

Saygılarımla..

Bizi Çok Üzdün Ümit Kaptan..

Geçen sezonun 33. haftasında oynanan Ankaragücü-Fenerbahçe maçını hatırlayan var mı? Hani şu 0-3 biten maç. Peki o maçta o zamanlar henüz Ankaragücü'nde yardımcı antrenörlük görevini yürüten Ümit Özat'ın yaptıklarını hatırlayan var mı? Bu yazının amacı Ümit Özat'ı hedef göstermek vs. değil. Sadece sitemimizi belli etmek..(Epey bi vakit önce milliyet blog'da yayına vermiştim; buraya da taşıyayım dedim..)
***

Zaman zaman kızdık, eleştirdik. Zaman zaman yetersiz bulduk. Ama biz seni sevdik Ümit Kaptan..
Açık açık konuşalım şimdi; yetenekleri üst düzeyde olan bir futbolcu değildin, ama mevkin dışında ve ters ayağınla oynamana rağmen iyiydin. Ki zaten formanın hakkını vermesen 6 sene büyük bir takımda tutunamazdın, ya da müzmin yedek olurdun. Ve çabaladın, kendini ciddi anlamda geliştirdin, sağ ayak dışıyla nokta ortalar yapar hale geldin. Hani bu aralar trivela dediklerinden. Özellikle sağ ayak dışını kullanma olayını bazen saçma sapan yerlerde gerçekleştirsen ve biz bunları ara sıra geyik konusu yapsak da takdir ettik. Bak, sen gittikten sonra boşluğunu ancak Roberto Carlos'la doldurduk..=)

Aldığın paralarda gözüm yok, miktarını hiç merak etmedim ki yıldız saydığımız fasülyeden yabancılarla kıyasladığımızda piyasa şartlarına göre az bile kazanıyordun belki. Emeğinin karşılığı nihayetinde, helali hoş olsun. Konu da işin maddi kısmı değil zaten, mevzu maneviyat.. Sen Fenerbahçe'de oynadın. Sen Fenerbahçe'ye kaptanlık yaptın. Ve maneviyatın belki de tavan yaptığı anlardan biri; sen Fenerbahçe'de 6 sene boyunca maç öncelerinde 50 bin kişi tarafından "Büyük Kaptan Buraya" tezahuratlarıyla tribüne çağrıldın. Ve seni krallar gibi uğurladık, gözyaşlarıyla..

Ve sen.. Pazar akşamı gösterdiğin tavırlarla bizi çok üzdün, kızdırdın, kırdın.. Ettiğin küfürlerle ilgilenmiyorum, ben de küfür ederim yeri gelince ama o gösterdiğin abartılı tepkiler.. İlk defa mı gol pozisyonunuz ofsaytla kesildi? Sen futbol kariyerin boyunca hiç mi hakem hatasına maruz kalmadın? 2007'de Beşiktaş'la oynadığımız Türkiye Kupası yarı final rövanş maçında Selçuk Dereli'nin yönetiminde bile böyle tepkiler vermeyen sen; kime neyi ispatlamak istedin? Kime sevimli görünmeye çalıştın? Çok merak ediyorum, diğer maçlarda aleyhinize yapılan hatalarda da böyle tepkiler veriyor musun?

Peki ya maç sonu açıklamaların. "Kuddusi Müftüoğlu aynı muameleyi Fenerbahçe antrenörüne yapabilir miydi" diye sorarken o lafın nerelere gidebileceğini hiç düşündün mü? Bu takımda sen 6 sene forma giydin Ümit Kaptan; o zamanlarda da mı hakemler bize farklı muamele yapıyordu? Ayrıca gösterdiğin tepkinin yapmacık olduğunu, maçın satıldığı belli olmasın diye böyle tepkiler gösterdiğini düşünen kaç tane Fenerbahçe düşmanına prim verdiğinin farkında mısın? Son bir sorum daha var. Uğruna ortalığı ayağa kaldırdığın pozisyonun tekrarını akşam televizyondan izleyince ne hissettin? Utandın mı?

Toparlayacak olursak..

Şu an Ankaragücü'nde çalışıyorsan tabi ki oraya dürüstçe hizmet edeceksin. Sana olan tepkimiz ekmeğimizi yemiş olmandan dolayı değil. Gösterdiğin tepkiler kontrollü olsaydı da sorun olmazdı. Ama sen, düşmanımızmış gibi davrandın. Tribünlerde Ankaragücü taraftarının arasına karışmış olan Bursaspor'lulardan bir farkın yoktu bizim için dün akşam.

Oysa ki biz seni gerçekten sevmiştik, ama sen hak etmemişsin.. İşte bizim üzüntümüz de, kızgınlığımız da, tepkimiz de bunadır.. 6 sene çöpe atılmamalıydı..

Saygılarımla..

14 Mart 2011 Pazartesi

Türkiye Kupası Diye Bir Şey Yok

Tekrardan selamlar; bu yazıyı da geçen sezonun Türkiye Kupası Finali'nin hemen sonrasında yazmıştım. Ufak bir düzenleme ile burada da bir yayınlamak lazım diye düşündüm..
***

Türkiye Kupası diye birşey yok; en azından ben inanmıyorum.. Görmedim çünkü.. Ve ben görmediğim şeye inanmam..

Evet aslında bu işin geyiği. Görmedik, inanmıyoruz diye geyiğe vuruyoruz ama görmemek değil mevzu; hissedememek, yaşayamamak. 22 yaşındayım, yıllar yetmedi. Aslında ufak yaşlarda pek sorun etmezdim ama yaş ilerledikçe büyüdüğünü, adım adım yaşlılığa doğru gittiğini anlıyor insan. Az buz değil, 27 sene bitti.. Ve taa o zaman doğan nur topu gibi hasretimiz an itibariyle 28'inden gün aldı.

Sabırla bekledik hep. Ve her sene bıkmadan usanmadan aynı muhabbetleri yaptık. "Bu sene kesin bizim." Olmalıydı da aslında, hak ediyorduk. Bu dediklerim sakın yanlış anlaşılmasın. Her ne kadar maçı izlemesem de Trabzonspor'un kazanmayı ne kadar hak ettiğini biliyorum ama mevzu o değil. Mevzu son haftalarda gelen inanılmaz kenetlenme; mevzu haftalardır gol bile yemeden kazanma alışkanlığı edinmiş bir takım; bilet fiyatlarını ucuz tutarak bir anlamda taraftara jest yapmış bir yönetim ve bu jesti karşılıksız bırakmayarak inanılmaz bir şekilde destek veren taraftar.. Savaşan, Başkan'ın tabiriyle "Öpen" oyuncular.. Yani kısacası camia olarak müthiş bir inanış, umut. Ama olmadı. Okyanusu geçtik, gölde boğulduk..

Ve geçen seneki kupa finalinden beri söylediklerim var bir de. "Finalde bize değil Beşiktaş, Nazilli Belediyespor çıksa alamayız abi, var bir kısmetsizlik" diyordum, demez olaydım. Sanırım lanet olayına ben de inanmaya başlıyorum. Mesai saatimine denk geldiğinden maçı izlemeyerek yaptığım zorunlu totem de tutmadı zaten..

Ve son bir şey daha. Kesinlikle kaybettiğimiz için kupayı önemsiz görme, uzanamadığı ciğere mundar deme olarak algılanmasın. Hasretini çektiğimiz kupayı tabi ki almak isterdik, ama şampiyonluk kupası ile birlikte olursa. Çünkü şampiyonluk pasta ise, kupa üzerindeki çilektir. Ve biz geçen sene maalesef hem çilekten; hem de pastadan olduk son saniyede.

Ancak bu sene inanıyoruz. Yeni bir yapılanma içerisindeyiz; toparlamak zor. Anadolu devriminin de farkındayız. Sezon uzun; neler getireceği belli değil. Hep birlikte izleyelim ve ligin bize neler getireceğini görelim..

Saygılarımla..

Forma Yere Düşmedi..

Bu yazı; geçen sezon Fenerbahçe'nin son haftada kaybettiği şampiyonluğa ithafen yazılmıştır..
***
 
Tam bir travma aslında. Nereden bakarsanız bakın, istediğiniz yönden inceleyin, Denizli Faciası'ndan çok daha büyük bir travma hem de.. Ama bu sefer hissettiklerim daha değişik. Üzgün müyüm? Tabi ki üzgünüm, hem de çok. Ama bu sefer takıma kızgın değilim ve eminim sağduyulu bir çok taraftar da benimle aynı fikirdedir.

Fenerbahçe taraftarı neye kızardı? Biz en çok neye kızardık? Gol kaçırmaya kızar mıydık? Evet, ama cevap bu değil. Savunma hatalarına kızar mıydık? Evet, ama cevap bu da değil. Hani o bizi çileden çıkaran, üzen ama daha çok kızgınlık veren şey neydi? Aklınıza gelmediyse alın size benden en baba ipucu; hani zaman zaman Tuncay'ı anmamıza sebep olan şey.. Onu soruyorum işte. Evet savaşmamaya, ruhsuzluğa, böylesine önemli maçlarda oyunu rakip yarı sahaya yıkamamaya kızardık.

Bir şampiyonluk maçı oynadık ve neticede kazanamadık. Ama ben kendi adıma futbolculara kızmadım. Beceriksizlik konusunda sitemlerimiz oldu tabi. Özellikle de malum şahıs yine bu konuda döktürdü. Ama sadece beceriksizdik, o kadar. Biraz da şanssızdık. Ben o akşam stadda maçı izlerken sahada savaşmayan bir çubuklu formalı görmedim. İşte kızgın olmamamın nedeni budur. Bir şampiyonluk maçının nasıl oynanması gerekiyorsa o maç da öyle oynandı. Acizlik yoktu, forma yere düşmedi. Biz o maçı Trabzonspor'un altı pas alanı içerisinde oynadık. Ezginin Günlüğü "Bana bi koca lazım, o da bu gece lazım" demiş ya, işte bize de bi gol lazımdı, o da o gece lazımdı. Ve o gol gelmedi.

Ve benim maçtan sonra düşündüğüm iki şey vardı. Birincisi, şampiyonluğun nasıl elimizden kayıp gittiği, ikincisi de Gökhan Gönül'ün o çatlak omzuyla Trabzonspor'un sol kanadına neler yaptığıydı..
Saygılarımla..

Pep Adam Değil; Jose'nin Karizması Yok..

Fenerbahçeli olmaktan hiç bir zaman şikayetim olmadı ama son zamanlarda kafamı kurcalayan bir şeyler var. İngiliz olup ManU'ı tutsam; ya da Katalunya'da doğup Barca taraftarı olsam ne konuşurdum? Neyi beğenmezdim ya da nelerden şikayet ederdim? Bu kadar geniş ve keyifli futbol muhabbetleri yapabilir miydim ya da?

Biz Türkler nasıl diyor meselâ? "Selçuk ne iş yapar?" "Biri Sabri'ye orta açmayı öğretsin!" "Bu İbo yine eğdi kafayı önüne nereye gidiyo yaa?" ya da "Yapma Volkan" gibi..=)
Şimdi değiştir sahneyi; al İspanya ligini komple taşı buraya. Ama dikkat! Biz İspanyol olmuyoruz bu arada. Biz taraftar olarak, medya olarak hala Türk'üz. Hala basur uzmanı yorumcularımız; fuları eksik olmayan duayen gazetecilerimiz mevcut. Ama işte nasıl olduysa Real Madrid burada, Barcelona burada, Buca'nın yerine Almeria gelmiş falan. Böyle bi durumdayız. Ne olurdu acaba? Bindiği taksideki şöför abimiz taktik verir miydi acaba Jose'ye?

Olmaz deme arkadaşım; ben de biliyorum olmayacağını. Hayal işte düşünsene Real Madrid'lisin. Ya da Barcelona'lı. Ben Madrid'i seçtim hadi. Pazar akşamı oynadık içeride Osasuna'yla; Osasuna maçın başında öne geçti ama kazandık 8-1. Geldim ertesi sabah işe; girmeden çay eşliğinde bi muhabbet çeviricez 10 dakika. İşte nasıl dağıttık falan dedik neyse. Ne muhabbeti çıkacak o maçın üzerine onu düşünüyorum. Fenerbahçe olsa hadi "Şu Cristian'ın yerine Lassana Diarra'yı alsak ya" falan derdim ama nerede? Real Madrid'liyim ve Diarra takımımın yedek oyuncusu iyi mi? O yenen bir golün hesabını kimden soracağım şimdi? Birini bulacağım o zaman. Ki hadi ben sormadım da basın sormayacak mı sanıyorum; tabi ki hayır. Dedik ya basın aynı basın. Kazandık ya şimdi 8-1; ben sana en büyük 2 spor gazetemizin manşetini söyleyeyim. Birinde "REAL UCUZ YIRTTI" yazar; öbüründe de "ECEL TERLERİ".

Şaka gibi geliyor ama yaparlar bunu biliyorsun arkadaşım. Fenerbahçe Kasımpaşa'ya 6, Buca'ya 5 attığında yediği 2'şer golün hesabını sorup Aykut Kocaman'a yüklenen spor yazarları var ya dar ederler dünyayı Jose'ye falan. O yedikleri golü hesabı sorulmaz mı sanıyorsun? Çatır çatır sorarlar hem de.

Aradan geçsin 3 ay; Real ya da Barca atsın bir maçta 4'ten az gol; bak gör sen neler olur neler.. Önce bizim "Fularlı duayen" çıkar ekrana; "Pep adam değil" der. Ertesi gün de bir nehrimizle adaş olan amigo spor müdürümüz köşesinde döktürür. "Jose'nin karizması yok. Futbolu bilmiyor. Zaten Levante Belediyespor'u çalıştırırken Real'e çelme takmıştı bundan hoca falan olmaz" diye. "Ne diyor bu manyak!" demeyin yahu; olur bunlar. Bu adamlar bunları yaparlar. Xabi Alonso'nun öyle bir anını fotoğraflarlar ki maç esnasında; altına "Sahada eli belinde gezmekten başka bir şey yapmadı" diye yazdıklarında maçı izlemediysen Alonso'ya etmediğin küfür kalmaz.

Genç oyuncu bazında olabilecekleri söyleyeyim meselâ; Messi 17'sinde mi girdi A takıma? Bizim basın öyle bir verirdi ki gazı Messi ücretinin ilk taksidini Beyoğlu'nda yer. Haliyle ertesi gün boy boy fotoğraflar tabi. Hafiften iğneleyici yazılar; bir yandan "Bu çocuğa sahip çıkalım" nidâları; bir yandan gizliden izleyerek hata yakalama çabaları sonunda bizim genç Lionel kiralanırdı Santander'e devre arası. Sezon sonu da bedelsiz verilirdi bonservisi. E Messi yine haline şükretsin. Bojan'ı Pedro'su direkt A2'den Xerez'e, Murcia'ya falan giderdi. Üzerlerine oynaya oynaya Barcelona'daki gençlerin başını yakmamış gibi bir yandan da Real'in altyapıdan oyuncu çıkarmamasını diline dolardı güzide basınımız.

Aramızda Barca'yı tutacak olanlar Real'in yaklaşık 6 senedir Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkamaması nedeniyle "6 senedir Edirne'den ötesi yalan" türünde göndermeler yaparken Real'li olanlarımız da Barca'nın turuncumsu pembemsi tondaki forma rengiyle çok fena geyik yapardı.

Olan belki Şampiyonlar Ligi maçlarımızı anlatan spikerlerimize olurdu. Belki de hiç bir maçta "Yapma Iker" deme fırsatı bulamazlardı. Ama iyi tarafları da var; "Haydi dayanın çocuklar son 10 dakika" gibi ifadeler de kullanmak zorunda kalmazlardı.

Velhasıl kelâm; biz taraftarlar olarak kalitesini pek beğenmesek de Süper Lig'imizin kıymetini bilelim. En azından burada konuşmuş olmak için konuşmuyoruz. Gerçekten eleştirilecek oyuncularımız vs. var bol miktarda. Onlar üzerinden konuşuyoruz. Çünkü dedim ya alsan La Liga'yı getirsen buraya Skor Fofo La Liga yapsan maksimum 1 senede basınımız yeniden eleştirilecek şeyler ortaya çıkartmayı başarır. Biz de bunlara inanıp her şeyi körelttikçe köreltiriz; sonra süper ligi mumla ararız.

Ve maalesef ki suçlu sadece basın değil. Onlar da haybeye yazmıyor; onlara ayak uydurup gaza gelen; onların vurduklarını iyice yerin dibine sokanlar da taraftarlar olarak bizleriz. Genlerimizde var işte; tüketim toplumuyuz biz!..

Saygılarımla..

Sabri.. Yaptı Ortasını Ancak O Bölgede Hiçbir Arkadaşı Yok..=)

Sabri Sarıoğlu.. 1984 yılında modern futbola tepki olarak doğduğu rivayet edilen insan..

Yok yok; o kadar da değil; daha neler?.. Öncelikle belirteyim; bu yazının amacı kimseyi rencide etmek veya küçük düşürmek değil; baştan anlaşalım..

Seneler önceydi; sanırım orta sondaydım. Galatasaray'da 17 yaşında bir kanat oyuncusunun A Takım'a alınması konuşuluyordu spor camiasında. Bu oyuncu tekniği, hızı ve oyun zekâsıyla yeni Emre Belözoğlu olarak lanse edilmişti hatta o zamanlar. E haliyle Sabri'den bahsediyoruz tabi ki.. Nitekim hatırladığım kadarıyla iyi de başladı; genç olması nedeniyle herkesin desteğini alınca da şöhreti aldı yürüdü. Herkes "Sabri" diyordu; Türk futbolunun geleceği olarak bakılıyordu hatta O'na. Sınıfta aramızda yaptığımız futbol muhabbetlerinde "Sabri İETT'yle gidiyomuş antenmana" filan gibi mevzular geçmeye başlamıştı.

Ve zaman işte; akmaya başladıkça Sabri takımın değişmez isimlerinden biri oldu. Dedik ya seneler geçiyor diye; bir eksik vardı. Sabri hala hızlıydı ve hırslıydı evet ancak futbolunun üzerine fazla bir şey katamamıştı ve eleştiri okları yavaş yavaş yeni hedefine doğru yönelmişti.. Üstüne bir de hırsının ayarını fazla kaçırarak çoğu maçta kendi taraftarının dahi tepkisini çekiyordu.

Feldkamp döneminde kadro dışı bırakılması ile işin rengi iyice değişti. Ardından affedildi; Bordeux'ya attığı golle turu getirip yeniden taraftarın sevgilisi olduysa da bu pek uzun sürmedi. O dönemle başlayan başarısız lig grafiğiyle birlikte birkaç kez taraftar tepkisinin odak noktası haline geldi Sabri.

Ancak bugün taraftarların gözünde çok farklı noktalarda Sabri Sarıoğlu. Sabri'nin Galatasaray'da işi olmadığını da; Sabri'siz Galatasaray olmayacağını da düşünenlerin sayısı oldukça fazla. Bir Fenerbahçe taraftarı olarak benim fikrimi sorarsanız; yazının sonunu da buna ayırdım.

Şimdi gelelim işin geyik kısmına. İlk paragrafta yazdığım modern futbol'la ilgili espri mi dersiniz; yoksa Villareal maçında isminin formasına "SARBİ" olarak yazılması mı dersiniz; Sabri Sarıoğlu şu an ezelî rakiplerinin taraftarlarının ve kısmen de Galatasaray'lıların gözünde bambaşka bir noktada. Facebook'ta adına açılmış sayfalar var bilen bilir. Videolardan tutun da resimlere, yazılara kadar tonla Sabri Sarıoğlu argümanı var. Ve çoğu da kendisinin şanssız anlarını çevresindekilerin ve medyanın yakalamasıyla elde edilmiş şeyler. Milli formadaki ay-yıldız yerine "Nike" amblemini öpmesi(bkz. Blog Resmi); Sabri'nin çektiği şutlardan birinin NASA'yı sonunda isyan ettirmesi; ilk 11 oynadığı maçlarda rakip takım kale arkası tribünü bilet fiyatlarının 2 TL olması gibi; daha neler neler..

Kendisi bunlara denk geliyor mudur; kendisine bir söyleyen var mıdır bilemiyorum. Ancak kızmasın hiç. Güiza'nın halini düşünsün bir de. Onunla bizim ve rakiplerimizin ne kadar dalga geçtiğini düşünsün. Ki Güiza'yla dalga geçtiren de başarısızlığından ötürü ortaya çıkan görüntüler. Gülenden çok tepki veren var.
Ve merak eden varsa Sabri Sarıoğlu hakkındaki şahsî fikirlerim.. Yazımı noktalamadan önce son olarak bunları da yazayım..

Bir Fenerbahçe taraftarı olarak Euro 2008'de Lahm'a attığı çalımdaki gibi anları hariç futbolunu fazla beğenmiyorum; derbilerdeki agresif tutumundan ötürü tepki gösterdiğim de çok olmuştur. Kendisinden küçük biri olarak haddime düşmese de ona tavsiyem; bu kadar sene büyük bir takımda ilk 11 oynadığı için şanslı olduğunun farkında olması ve biraz da ona göre davranmasıdır. Sabri ve türevi oyuncuların şansı ile ilgili de ilerleyen günlerde bir şeyler yazacağım..

Ancak.. Ben yukarıda bahsettiğim mizahî konular da dahil Sabri'nin süper ligin bir rengi olduğunu düşünüyorum. Evet; belki gülüyorum ama sempati de duyuyorum. Ve dediğim gibi her ne kadar yetenekleri sınırlı da olsa hırsı nedeniyle Galatasaray'da kaybolmaya başlayan Galatasaray ruhunun son temsilcilerindendir bana göre Sabri. Futbol zekâsından şüphe edilebilir ama Galatasaraylılığından asla edilemez. Hele ki takımlarımızda tonla ruhsuz yabancı varken.. Dediğim gibi hırsı da özellikle derbilerde bazen tepkimi çekse de; bence olmalıdır. Sabri Sarıoğlu; Galatasaray'ın ruhlarındandır. Her takımda bir adet Sabri Sarıoğlu olmalıdır; ancak dikkat.. Doz aşımı aşırı derecede yan etkiye neden olabilir.. Sadece bir adet olmalıdır..;)

Şimdilik benden bu kadar; sürç-i lîsan ettiysem affola.

Saygılarımla..

Futbol Denizine Dökme Artık Atıklarını!..

Aykut Kocaman..

Atrenörlük kariyerinde "Büyük Takım" tecrübesi olmayan; nispeten daha mütevazı takımlarda çalışmış bir hoca hepimizin bildiği üzre. Bu nedenle tecrübesiz denilebilir. Hataları yok mu? Tabi ki var. Ve bunlar doğrultusunda eleştirilmeli midir? Tabi ki eleştirilmelidir ve eleştirilecektir de. Ancak bazı sınırları aşmamak, mevzuyu hakarete vardırmamak şartıyla..

Ancak biri var ki; daha Aykut Hoca eşofmanlarını giymeden başladı işe. Hem de ne başlayış! Daha Aykut Kocaman ismi açıklandığında yazdığı ilk yazıda "Bu adam mı Fenerbahçe'nin hocası olacak" temalı bi yazı kaleme aldı. O yazıda öne sürdüğü maddeler kimine göre mantıklıdır, kimine göre değildir; tartışılabilir. Ancak yazdıklarının arasında öyle bir şey vardı ki dikkat çeken; her fikri kabul edebilirim ama bu fikre katılanın spor ahlâkından şüphe ederim.
"İstanbulspor ve Ankaraspor'u çalıştırdığı dönemlerde Fenerbahçe'ye ligde çelme takan adam değil miydi"
Sizce ne demek bu? Allah'ını seven bana bunun ne demek olduğunu açıklasın. Ben anladığımı size söyleyeyim; Bu yazıyı yazan kişiye göre Aykut Kocaman daha önce çalıştırdığı takımlarda Fenerbahçe'ye yatmadığı için suçlu. Ona göre Aykut Kocaman Fenerbahçe'yi yenmemeliydi; o anda ekmek yediği yere Fenerbahçe için ihanet etmeliydi.

Şimdi böyle şeyleri yazmaya cesaret edebilen bir adam Aykut Kocaman'ı yerden yere vurduğunda; bırakın hocalık icraatlerini, giyimini, duruşunu bile eleştirdiğinde şaşırmak da mantıksız tabi ki. Çünkü olay eleştiri boyutunu çoktan aşmış.

Kim olduğunu anladınız mı bilemiyorum; ancak söz konusu şahsın önemli gazetelerimizden birinin internet sitesinde spor müdürlüğü yapması ve bu adamla aynı takımı tutuyor olmak benim kanıma dokunuyor. Çünkü kendisi artık insanca eleştiri yapmak yerine; ismini taşıdığı nehire özenerek azgın sularında insanları boğmaya çalışıyor; bataklıklardan geçerek ulaştığı denize de sadece pisliklerini döküyor..
Zamanla Türk sporunu çirkinleştirenlerden kurtulabilmemiz dileğiyle;

Saygılarımla..

Ercan Taner Geri Gelsin; Lig Maçları Şenlensin!..

Bu yazının içeriği  Ercan Taner hakkındaki şahsî fikirlerimi içermektedir. Adı üstünde fikirdir; kişiden kişiye değişir. Aynı düşünceleri paylaşmasak da okurken sıkılmamanız dileğiyle..

Maçları televizyondan takip edenler Ercan Taner'i bilir; hatta bilmek ne kelime, çoğu da anlatımına tapar. Sıradan bir spiker değildir çünkü Ercan Taner. Yaşım yetmediği için çok eski maçlarını bilemem, liseden önce de pek maç izlemediğim için o meşhur "hhaaaccciiii" ve "kral attı" deyişlerine de denk gelemedim, Fenerbahçe'li olduğumdan mütevellit beni de pek ilgilendirmez ama yine de izlediklerim, duyduklarım beni mest etmeye yetmiştir.

Üstadın kendine has coşkusu ve değişik ses tonu bir yana; vurguları da bir acayiptir. Diğer spikerlerin birkaç cümle ile anlattığı bir pozisyonu Ercan Taner tek bir kelimeyi değişik tonlamalarla 3-4 kere söyleyerek anlatabilir. Farz-ı misâl X bir spiker bir pozisyonu "Şimdi top Pancu'da, Pancu gidiyor, Pancu rakibini geçti, Pancu'dan bir çalım daha, top hala Pancu'da" şeklinde anlatırken Ercan üstadımız sırayla yükselen vurgularla 3 kere "Pancu" diyerek ve heyecanı daha da arttırarak anlatabilir. (Pancu, Paancuu, Pannnncuuuuu şeklinde)

Aslında kişisel blog sayfamda üstadın anlatımlarını videolu örneklerle tasvir etmiştim ancak şu anda böyle bir imkânım yok; o yüzden bu şekilde devam..
Özellikle Alex'in klâs gollerinde (tabi ki bütün klâs gollerde ancak çoğunlukla Fenerbahçe maçlarını takip ettiğim için örneklerim bu şekilde) üstadın nasıl hakkını vererek anlattığına dikkat çekmek istiyorum. Yer yer abartılı ifadeler kullanıyor olabilir tabi kimine göre; görecelidir ancak takımının maçını izlerken bu golle iyice gaza gelmiş bir taraftarın da hoşuna giden şey tam olarak böyle ifadelerdir: "Yok böyle bir gol"; "inanılmaz bir gol"; "Alex o kalabalığın arasında samba yaptı" vb. gibi..

Ses tonu konusuna tekrar değinmek gerek. Henüz atak gelişme aşamasındayken; ortada ciddi bir pozisyon yokken bile o ses tonu üst perdeden yok yere keyifli bir heyecan yaratabiliyor ki üstadın yok yere heyecan yaratma konusunda da özel bir yeteneği vardır. Düşünsenize X bir maçta ileriye atılan uzun bir topta; atak yapan takımın hiç bir oyuncusu topa yakın değilken bile top defans oyuncusuna gelirken heyecanla söylenen "Sekerse tehlike" kalıbı hangimizde heyecan yaratmadı şu ana kadar? Yani mantıklı düşünürsek ortada fol yok yumurta yok pozisyon yok; kimse de demiyo ki kardeşim top niye seksin? Hadi sekti diyelim ne olur? Haybeye millet kalpten gidecek işte..

Sonlara doğru yaklaşırken sormak istiyorum.. Siz hiç Ercan Taner kadar güzel "Fan Hoydonk" diyen birini daha tanıdınız mı? Ya da çoğu kişinin aslında kıl olduğu ancak benim nedense kulağıma hoş gelen "Aurello" telâffuzu?.. Tercüman değilim; doğrusunu yanlışını araştırmadan bilemem haliyle; ancak yanlış olsa bile benim için kulağa batmayan cinsten telâffuzlar bunlar.

Neyse; daha fazla batırmadan artık ufak ufak noktalamak gerek. Son olarak Ercan Taner yayıncı kuruluştan neden ayrıldı bilmiyorum; hiç araştırmadım. Şu an bulunduğu kanalda da kariyeri başarıyla devam ediyor neticesinde. Arada bir izlesem de La Liga maçlarında sesini duymak güzel. Ama unutmamalı ki biz onun Süper Lig anlatımlarını; kendine has coşkusunu özledik. Fenerbahçeli'ler için ayrı bir parantez açmak istiyorum; Alex'in Samsunspor'a attığı o efsane golü eğer hala akıllarımızda tutuyorsak; bunda Üstad'ın o golü anlatırkenki coşkusunun, sözlerinin de payı büyüktür. Bir gün O'nu yeniden süper lig maçlarında; nam-ı diğer "Annemizin Ligi"nde görmek dileğiyle;

Saygılarımla..

Sizin hiç eşiniz öldü mü?..

Bu yazı Deniz Barış için yazılmıştır..
Bu yazıyı aslında Deniz Barış Antalyaspor'a imza attıktan sonra yazmış ve başka bir yerde yayınlamıştım. Ve şimdi burada da yayınlamak istedim..
***
Maçların çoğunu kahvede izlerim. Ve senelerdir o kahvelerde kaç kişinin kafasında sandalye kırmak istedim biliyor musunuz; Deniz Barış'ın ölmüş eşine küfür ettikleri için..

Deniz Barış.. Aslında söylenecek çok da fazla söz yok hakkında. Fenerbahçe taraftarının büyük çoğunluğunun en sevmediği oyuncuydu Deniz. Yine o çoğunluğa göre kazmanın tekiydi, Fenerbahçe'ye yakışmıyordu. Ve bugün o çoğunluk Deniz Barış'ın Antalyaspor'a imza atmasıyla rahat bir nefes aldı.

Aslına bakarsanız ben de rahat bir nefes aldım. Ama nedenim diğerleriyle aynı değil. Çünkü onlar Deniz'in gitmesine sevindiler; bense Deniz'in gidişiyle onların gazabından kurtulmasına sevindim. Evet, para kazanıyordu nihayetinde, kimilerine göre elde ettiği haksız kazançtı. Evet, üstün yetenekleri olan bir oyuncu da değildi. Ama bugün benim derdim Deniz'in yetenekleri veya cukkaladığı(!) para değil. Benim derdim Deniz'in Fenerbahçe'de yaşadıkları. Fenerbahçe kariyerinin teknik değil, insani yönü. Gelin biraz günah çıkaralım..
Yukarıda yazdım, Deniz'in kazma olduğunu düşünen çok kişi vardı. Kazma ama kime göre, neye göre? Bu adamın mevkisi neresiydi mesela? Ön liberoydu. Peki görev yaptığı bölgeler? Ön libero, stoper, sol bek, sağ açık(!). Derdimi kısa yoldan anlatayım. Bu adam 6 sene boyunca hangi mevkide ihtiyaç varsa, hangi teknik direktör nerede oynatırsa orada oynadı. Kameralara yansıyan bir serzenişini gören var mı? Yok.. 6 senenin çoğunda yedekti, herhangi bir şekilde şikayetini duyan var mı? Yok.. Yukarıda yazdığım bölgelerde ciddiydim, takip eden bilir, adam bu sene bir lig maçında sağ kanatta oynadı. Kötü müydü? Evet kötüydü. Tepki göreceğini de biliyordu. Ama itiraz etti mi? Etmedi. Çünkü Deniz Barış Fenerbahçe'nin en büyük günah keçisiydi.

Ve ilk satırlarda yazdığım konu, yediği küfürler.. Karşısındakinin insan olduğunu unutarak insanlıktan çıkan, ve işin daha da vahim kısmı aynı renge gönül verdiğim bazı tipler Deniz'in ölmüş eşine küfür ettikçe ben morardım, kan beynime sıçradı. Sırf hata yapmasın da küfür yemesin diye kendisine pas atılmasını istemediğim maçlar bile oldu.. Abarttığımı düşünebilirsiniz; manyak olduğumu da.. Ama ben top her ona geldiğinde isabetli pas atsın diye dua ettim. Bir insan en yakınlarından birini, hele hele eşini kaybedince bırakın futbol oynamayı, hayattan soğur. Ama o pes etmedi. Çıktı, iyi ya da kötü mücadelesini verdi. Çubuklu formaya terini bulaştırdı. Karşılığını ise kahvede maç seyretmek için 3 TL verip de kendini kulübün sahibi zanneden hayvanların eşine ve annesine ettiği küfürlerle aldı. Hani Arda efendi kendisini ıslıkladılar diye Kapalı'ya küstü ya bir aralar.. Ben Deniz'in bir kere olsun Fenerbahçe taraftarı hakkında bırakın kötü bir sözünü, sitemini bile duymadım.

Ve gitti.. Sessiz sedasız gitti. Kariyerinde kalan sayılı yıllarını en güzel şekilde noktalamasını ümit ediyorum. Kendi adıma futbolu bizde bırakmasını, en azından çektiği yükün hatırına kendisine en kral jübilenin yapılmasını isterdim. Tabi ki bunlar görecelidir, tartışılabilir. Futbolculuğu tartışılabilir, yetenekleri tartışılabilir.
Ama adamlığı tartışılmaz. Deniz Barış "Adam gibi adam"dır, ve onun adamlığını anlayabilmeniz sizin adamlık derecenize bağlıdır.

Saygılarımla..